Adem Ergül

Vuslat Yolunda Hayaller ve Gerçekler

Altınoluk Dergisi, 2005 – Eylul, Sayı: 235, Sayfa: 024

Hakk’a kurbiyet (yakınlık) arzusu, îmanlı gönüllerin biricik hedefidir. Zira imanın temelinde muhabbet vardır. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerim’de “Allah size imanı sevdirdi ve onu gönlünüzde süsledi” (Hucurât süresi, 7) şeklinde beyan edilmiştir. Muhabbetin varlığı ise mahbûba vuslat arzusunu zaruri kılar. Vuslatın önündeki engeller de muhabbetin derecesine göre insanın gözünde ya büyür ya da küçülür.

Vuslat arzusunun her mü’minde bulunması tabii olmakla birlikte, herkeste tecellisi farklı farklıdır. Mü’minlerden öyleleri vardır ki, Rabbin rızasına erişmek için canını ortaya koyar ve:

Cânı cânân dilemiş, vermemek olmaz ey dil

Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim1

Anlayışıyla bütün varlığını bu yolda seferber eder. Kur’an-ı Kerim böyleleri hakkında şöyle buyurur:

“İnsanlar içinde kimi de vardır ki, Allahın rızasına ermek için kendini feda eder. Allah ise kullarına çok şefkatlidir” (Bakara Süresi, 207)

Yine öyleleri vardır ki, vuslat arzusu onlar için kuru bir hayal, ya da boş bir temenniden ibarettir.

İşte İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- böylelerini gaflet uykusundan uyandırmak ister ve onlara şöyle hitap eder:

“İçi kevnî nakışlarla (mâsivâ suretleriyle)2 dolu olan bir gönül aynası, nasıl olur da nûrâniyet kazanıp parlak bir ayna haline gelir?

Nefsânî arzulara bağlanmış ve onlarla kuşatılmış bir gönül, nasıl olur da Hakk’ın katına yolculuğa çıkabilir?

Kat kat gaflet örtüleri içinde kirli kalmış (cenâbete düşmüş)3 bir kalb, tertemiz olmadıktan sonra Hakk’ın huzuruna girmeyi nasıl umabilir?

Yine böyle bir gönül, günah ve isyanlarından dönüp de tövbe etmedikten sonra, esrâr-ı ilâhiyyenin inceliklerini idrak etmeyi nasıl ümit edebilir?”

Takvâ ve ihsân duygusunu hayatlarının mihveri haline getiren ehlullah hazerâtı, Hakk’ı tanımak (mârifetullah) ve O’na vâsıl olmak için yegane yolun “kalb cevheri”nden geçtiğinde ittifak etmişlerdir.

Meselâ Yûnus Emre bu gerçeği şöyle seslendirir:

İstemegil Hakk’ı ırak, gönüldedir Hakk’a durak

Sen senligün elden bırak, tenden içeru candadır

….

Yunus sen diler isen, dostu görem dirisen

Ayandur görenlere ol gönüller içinde

Mevlânâ da şöyle der:

“Gönül sevgilinin bulunduğu yere gitmek için evini barkını bıraktı. Fakat bir de bakıp gördü ki, sevgilisinin evi barkı meğer gönülmüş”

“Acaba her gönülde böyle bir istidat var mıdır?” diye bir soru akla gelebilir. Evet her gönül, böyle bir istidatta yaratılmıştır; ancak kimi gönüller, gaflet ve günahlardan oluşan kir ve paslar sebebiyle, gönül olmaktan çıkmış ve sıradan bir yürek olmuştur. Onun uhrevî pencereleri kapanmış, içi zifiri karanlıklarla dolmuştur. İşte İbn Atâullah bu gerçeğe işaretle âdetâ şöyle der:

“Sen gönül fanusuna ne var ne yok her şeyi doldurmuşsun. Böyle bir gönül Hakk’a nasıl ayna olabilir ki? Bunun gibi kirli ve paslı bir ayna, hangi güzelin eline tutuşturulur? Güzeller güzeli olan Mevlâ’yâ sen böyle paslı bir kalbi, nasıl layık görebilirsin ki? Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Sen; “bende de gönül var” diyorsun, diyorsun ama; gönül arşın üzerinde olur, halbuki sen, aşağılardasın, aşağılıklarda bulunmadasın.

Kara balçıkta da su bulunduğunu herkes bilir. Fakat o su ile abdest alınmaz ki!

Sen de gönlüne; “Bu da gönüldür” diyemezsin. Çünkü senin gönlün, kirli emellere, şehvete, hiddete, mevki hırsına, dünya isteklerine mağlup olmuş, onlar arasında kaybolup gitmiştir.

İçinde nûr bulunmayan gönül, gönül değildir! Can olmadıktan sonra, beden topraktan başka nedir ki?

İçinde nûru olmayan kandile, sen kandil deme; o, içine pis bir su konmuş, kirli bir şişeden ibarettir!”

Kalp, âfâkî ve enfüsî muhtelif tesirler sebebiyle sürekli döner durur. Onda menfî tesirlerin etkisini yitirmesi ve en büyük tesirin Mevlâ olması için, mâsivâ4 ilgi ve muhabbetinin oradan çıkması, Mevlâ muhabbetinin de dolması gerekir.

Şair ne güzel söyler:

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak

Padişah girmez saraya hâne mâmur olmadan

Sûfiyyeden bazıları tasavvufu şöyle tarif eder: “Tasavvuf, kalbin mâsivâ alakasından kurtulması ve yalnız Hak’la beraber olmasıdır”.

Böyle bir hal nasıl mümkün olabilir?

Ehl-i hakikat, “nukuş-i kevniyye” dedikleri, “Gönülde yer tutan Allah’tan gayri varlıklara ait şekil ve suretler”den kurtulmanın zor da olsa mümkün olabileceğini ifade etmişlerdir.

Şu gerçeği hepimiz biliriz ki, bir şey bizim için çok önemli hale gelir ve muhabbeti de gönlümüzde yer ederse, diğer şeyler gözümüzden ve gönlümüzden silinir veya en azından belirsiz hale gelir. İşte bir gönülde “Mevlâ muhabbeti, her şeyden daha şiddetli”(Bakara Süresi, 165) dereceye erişecek olursa, mal da can da o yüce değer uğruna gözden ve gönülden silinir. Ehlullah hazerâtı “bir şeyi çok seven onu çok zikreder ya da bir şeyi çok zikreden onu zamanla çok sever” gerçeğinden yola çıkarak, kalpteki diğer ilgi ve alakaları çok zikir, murakabe ve tefekkürle söndürme yoluna gitmiştir. Bu metod, Rabbânî bir metottur. Âyet-i kerimede gönülden her şeyin silinip yalnız Mevlâ’ya yönelmek gerektiği şöyle hatırlatılır:

“Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel.” (Müzzemmil Süresi, 8)

Gözde ve gönülde Hakk’ın uhrevî nimetlerinin ve rızâsının yücelmesi gerektiği de şöyle bildirilir:

“Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.

De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah’a karşı mesuliyetinin şuurunda olan muttakiler için, Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” (Âl-i İmrân Süresi, 14-15)

Esasen dünya nimetlerinden gereği kadar istifade yasaklanmamıştır. Yasaklanan ya da istenmeyen husus, âhireti ve Hak rızasını ikinci plana atıp, dünyaya gönlü kaptırmaktır.

Dünyanın çekiciliği, tadı, lezzeti ve nefsin bunlara olan arzu ve iştiyakı birlikte düşünüldüğünde, dünyadan kalben kopup, yalnız Mevlâyâ râm olmanın ne büyük bir mücâhede gerektirdiği açıkça ortaya çıkar. Bu mücâhededen zaferle çıkmak için en kısa yol, ehl-i hakikate göre muhabbet ve aşk yoludur. Hatta muhabbet ve aşktan yana nasibi olmayanın vuslata ermesi imkansız gibidir. Zira her gördüğüne gönlü akan bir kimsenin dünya tuzaklarından kurtulması zordur. Akılla bu engelleri aşmak da Mevlânâ’nın ifadesiyle değnekle yürümeye benzer. Çünkü gönlün takılıp kalacağı engeller sayısızdır ve bu ilgileri tek tek koparmak imkansız gibidir. Halbuki Hakk’a vuslat için kanat takıp uçmak gerekir. Kulu Hakk’a doğru uçuracak en güzel kanat da muhabbet kanadıdır. Hatta mecâzî aşka tutulan kimselerin Hakk’a vuslatının, böyle bir tecrübeyi yaşamamış kimselerden çok daha kolay olduğu, ehl-i tasavvuf tarafından tecrübe edilmiş ve kitaplarında nakledilegelmiştir. Bu sebeple gönül terbiyecileri, terbiyesini üstlendikleri kimseleri sürekli muhabbetullaha yönlendirmiş ve bu muhabbeti doğuracak, sohbet, zikir ve murakabelerle onları devamlı meşgul etmişlerdir.

İbn Atâullah –kuddise sirruh- hikmetinin devamında, nefsânî arzulara dalarak gaflete düşenlerin mânen kirlendiklerini ve âdetâ büyük abdest gerektiren bir hale (yani cenâbet haline) düştüklerini ifade eder. Abdest almadan mescide girip namaza durmak nasıl câiz değilse, gaflet girdabına düşen kimselerin de tövbe istiğfarla temizlenmeden, Hakk’ın huzuruna kabul edilmelerinin imkansız olduğunu bildirir. Zira hadis-i şerifte de beyan edildiği gibi “Allah (her türlü ayıp ve noksanlıktan münezzeh) tertemiz yüce bir varlıktır; bu itibarla ancak tertemiz olanları kabul eder”.(Müslim, Zekat, 65)

Kirlenmiş, paslanmış ve âdetâ kilitlenmiş kalplerle esrâr-ı ilâhiyyenin keşfedilemeyeceği açıktır. Zira böyle kalpler, perdenin arkasını sezecek letâfetten mahrum olduğundan, sebeplerin arkasındaki müsebbibü’l-esbâbı ve O’nun hikmetlerini müşahede edemezler. Bu nevi kalplere sahip kimseler, Rabbimizin eşsiz sanat harikalarıyla dolu şu kâinât sergi sarayında, âdetâ körebe oyunu oynayan birer zavallıdırlar.

Kimin gönül âlemi daha arınmış ise esrâr-ı ilâhiyyeden nasibi de o kadar çoktur. Böyleleri hem kelâmî âyetler mecmuası Kur’an’ı, hem de kevnî âyetler meşheri olan kâinat kitabını en iyi okuyanlardır.

“Gönül âlemine ciddiyetle yönelmeden, kalp temizliğini sadece bir temenni olarak gündeminde tutanların Hakk’a vuslat burcuna çıkması ham bir hayalden ibarettir. Zira yüceliklere erişme nimeti, sağlam bir niyet ve güçlü bir azimle oluşan büyük bir mücâhedenin sonucuna, Rabbin verdiği yüce ve şerefli bir ikramdır.”

Dipnotlar: 1) “Cânân”, sevgili demektir ki, burada Cenâb-ı Hak kastedilmiştir. “Dil”, Farsça bir kelimedir ve “gönül” demektir. “Nizâ” ise mücâdele ve münakaşaya girip âdeta cenge girişmek demektir. 2) “Kevnî nakış” yaratılmış eşyaya ait suretler, “mâsivâ” ise Allah’tan gayri tüm varlık demektir. 3) İbn Atâullah, gaflet kiriyle kirlenmiş bir gönlü, guslü gerektirecek bir cenâbet haline düşmüş kimseye benzetir. 4) “Mâsivâ”, “Allah’tan başka her şey” demektir.