Adem Ergül

Ümitlerle Yol Al Temennilerle Değil

Altınoluk Dergisi, 2011 – Nisan, Sayı: 302, Sayfa: 040

İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:

“Amelsiz ümit, hakikatte ümit değil; boş kuruntudan ibâret olan bir ümniyyedir/temennidir.”

 el-Hikemü’l-atâiyye’den

Ümit, Hak yolcusunun gönlüne şevk aşılayan, îmânın meyvesi önemli bir ihsân-ı ilâhîdir. Ümitsizlik ise neşesizlik, isteksizlik, durgunluk, umursamazlık ve hatta hayata küskünlük duyguları doğuran bir inkâr nişânıdır.

Ümitle temenni/ümniyye arasında ince ve fakat çok önemli bir çizgi vardır ki, işte İbn Atâullâh el-İskenderî –kuddise sirruh- bu hususa dikkat çeker ve buyurur ki:

“Amelsiz ümit, hakikatte ümit değil; boş kuruntudan ibâret olan bir ümniyyedir/temennidir.”

Kur’ân-ı Kerim’de ümit “recâ” kavramıyla ifâde edilirken, boş kuruntular ve çoğu zaman mesnetsiz temennîler de “ümniyye” kelimesiyle ortaya konulmuştur.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır “ümniyye” kelimesinin izahında şu açıklamalara yer verir:

“Ümniyye, hayal meyâl mefkûrelerden, taklîdî temenniyâttan ibârettir. Ümniyye, insanın kendi nefs ve hayâlinde farz u takdir ederek temennî edip durduğu veyahut dilinden düşürmediği hayalleridir ki Frenkler buna “ideal” derler ve gençlerimizden birçoğu bunu mefkûre diye tercüme ediyorlar. Bunun hâsılı, insanın kendi gönlünde saplandığı ve mütemâdiyen arkasından koştuğu bir mâna, bir hayal, bir kuruntu demektir. Bunun tahakkuku mümkün ve binâenaleyh yakînî olanları bulunabilirse de çoğunlukla herhangi bir delile dayanmayan kuru ve indî temenniyâttan ibâret kalır. Bu münâsebetle ümniyye, çoğunlukla boş kuruntular manasına  kullanılır.”1

Yüce Rabbimiz, kitaptan ve kitâbetten habersiz sıradan halkın bir çoğunun “ümniyyeler” peşinde ve hakikat ifâde etmeyen bir takım zan ve kanaatlerin içinde bocaladıklarını şöyle beyan buyurur:

“Bu ehl-i kitâbın bir de ümmî kısmı vardır ki; kitâbı ve kitâbeti bilmezler, ancak bir takım kuruntu yığını ümniyyeler kurar ve sırf zanlarında dolaşır dururlar.” (Bakara, 78)

İnsan bazen öyle garip hallere düşer ki, kurduğu boş hayalleri hakikat zannedip, kendi yalanlarına inanır ve onlarla avunur da avunur. Temennîlerini ümide dönüştürür. Hatta bu zanlarını o kadar ileri götürür ki, Allah’a hüsn-i zan beslediğini ifâde ederek O’nun kendisini affedeceğini, cennetine koyacağını hayal eder. Hem de hiç amel işlemeden ve bu uğurda hiç bir gayrete soyunmadan. Kendi zannınca böyle düşünmesinin temelinde de ayrı bir irfân ve incelik vardır. Öyle ya amel dediğin nedir ki? Hem amele güvenmek ve amelsiz hiçbir şeyin olamayacağını düşünmek hâşa ameli, ilâhî rahmetten daha önemli görmek değil midir? Böyle bir takım doğruları kendi atâletine ve umursamaz duruşuna mâzeret diye öne sürer. Halbuki bu hâliyle şeytan ve nefsin fısıldadığı kuruntuların zebûnu olduğunu görmez. Bu hâl öyle garip bir durumdur ki, akıllı ve bilgili dediğimiz kimselerde bile zaman zaman ortaya çıkar. Halbuki insan, amellere güvenmese de ilâhî emirleri yerine getirme ve Rahmânın rahmetini üzerine celbetmeye vesile olması bakımından hiçbir zaman amelleri küçük görmemeli ve daha çok sâlih amel işlemek için bütün cehdini ortaya koyabilmelidir.

Rivayete göre ehli kitap denilen Yahudi ve Hıristiyanlar, müslümanlara karşı iftihar ederek: Bizim Peygamberimiz, sizin peygamberinizden öncedir, bizim kitabımız da sizin kitabınızdan önce gelmiştir. Binaenaleyh biz Allah Teâlâ’ya sizden daha layığız demişler. Müslümanlar da: Bizim Peygamberimiz son peygamberdir ve bizim kitabımız sizin kitabınızı tasdik ediyor ve biz sizin kitabınıza imân etmiş olduğumuz halde, siz bizim kitabımıza imân etmiyorsunuz; o halde daha lâyık olanlar bizleriz, demişler. Bunun üzerine şu âyeti kerime nazil olmuş:

 “İş, ne sizin kuruntunuza, ne de ehl-i kitâbın kuruntusuna göredir. Kim kötü bir iş yaparsa, onunla cezalandırılır. O, kendisine Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilir. Mü’min olarak, erkek veya kadın, her kim sâlih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisa, 123-124)

Kur’ân-ı Kerim’de ehl-i kitâbın bazı kuruntularına (ümniyyelerine) şöyle işâret edilir:

“…ilk neslin ardından yerlerine Kitab’a (Tevrat’a) varis olan (kötü) bir nesil geldi. Şu geçici dünyanın değersiz malını alır ve “(nasıl olsa) biz bağışlanacağız” derlerdi…” (A’râf, 169)

“Derler ki: sayılı birkaç günden başka bize Cehennem ateşi hiç de temas etmeyecektir.” (Bakara, 80)

Allah’tan kimlerin ümitvâr olabileceğine ise şöyle dikkat çekilir:

“İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini ümit ederler. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara, 218)

“Şüphesiz, Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden, gizlice ve açıktan Allah yolunda harcayanlar, asla zarar etmeyecek bir ticaret ümit edebilirler.” (Fâtır, 29)

Amellerine bakmadan temennilerle yaşayan kimseler hakkında Hasan el-Basrî -kuddise sirruh- der ki: “Öyle kimseler vardır ki, son nefeslerine kadar kendilerini bağışlanma kuruntusu (temennisi) ile oyalamışlardır. Hiçbir sâlih amel yapamadan bu âlemden göçüp gitmişlerdir. Böyleleri dünya hayatında iken kendi vicdanlarında samimi olmadıklarını bile bile «Ben Rabbime hüsn-i zan besliyorum» sözünü dillerinden düşürmezler. Halbuki Rabbine hüsn-i zan besleyen kimse, amel ve davranışlarını güzelleştirmenin de derdine düşer. “İşte Rabbınize karşı beslediğiniz bu zannınız sizi helâke sürükledi de husrana düşenlerden oldunuz.” (Fussilet, 23)2

Mârûf el-Kerhî -rahmetullahi aleyh- de der ki: “Amel işlemediği halde cenneti istemek, bir çeşit günah sayılır. Herhangi bir sebebe sarılmadan şefâat ummak da aldanmışlığın bir alâmetidir. İtâat etmediği bir Zâttan rahmet beklemek ise tam bir cehâlet ve ahmaklıktır.”3

Cüneyd el-Bağdâdî -kuddise sirruh- ise güzelliklerin, temenniler neticesinde değil, kulun gayretleri sonucunda ilâhî ihsânın lutfedilmesiyle ortaya çıktığını şöyle beyan eder: “Biz bu gönül safâsını yani tasavvufî hâl ve irfânı,  kîl ü kâl, ceng ü cidâl ve ilmî münazara ve münakaşalar neticesinde değil, Allah için açlık ve susuzluğa katlanarak, geceleri uykusuz geçirerek ve sâlih amellere var gücümüzle sarılarak elde ettik.”4

Her amel iyi ya da kötü bir sonuç doğurur. Sâlih ameller kulun derecesini yükseltirken kötü ameller onu helâk vadilerine doğru düşürür. Bu hakikat Hakk’ın koyduğu ezelî ve ebedî bir sünnetidir. Nitekim buyrulmuştur ki:

“Herkesin amellerine göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.” (En’âm, 32)

Ümit ya da boş temennîlerle yaşamak esasen akıl ve idrâk farkıdır. Nitekim Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu farka şöyle işâret buyurur:

“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan, onu hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, kendini nefsânî arzularına tâbi kılan ve bununla  beraber Allah hakkında bir takım kuruntulara dalıp giden ve temennîlerle yaşayan kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet 25. Ayrıca bk. İbni Mace, Zühd 31)

Netice olarak denilebilir ki, her şey amellere bağlıymış gibi bütün himmetini ortaya koymak ve fakat hiçbir ameline güvenmeden yalnız ilâhî rahmeti ummak, işte arzulanan ümit bu olsa gerektir.

Dipnotlar: 1) Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, I, 393-394; 2) İbn Ubbâd er-Rundî, el-Hikemü’l-atâiyye Şerhi, 258; 3) İbn Ubbâd er-Rundî, el-Hikemü’l-atâiyye Şerhi, 257-258; 4) İbn Acîbe, İkâzu’l-himem, 204.