Adem Ergül

Ülfet ve Muhabbeti Bozan Zehirleyici Duygu ve Davranışlar

Altınoluk Dergisi, 2014 – Ocak, Sayı: 335, Sayfa: 012

Mü’min ahlâkı, bozulmamış insanın fıtrî boyasıdır, denilebilir. Bu boya, Rabbânî bir boyadır ki, ondan daha güzelini tasavvur etmek imkânsızdır.1 Îmân, İslâm ve ihsandan oluşan din gerçeği2, söz konusu temiz fıtratı korumak, arındırmak ve sıhhatli bir şekilde tekâmül ettirmek suretiyle, insanı layık olduğu şeref ve izzete eriştiren, ilâhî ve nebevî bir yoldur. Bu yol, insanı hem kendi kendisiyle, hem aynı duyguları paylaşan hem cinsleriyle, hem de bütün varlıkla ülfet, muhabbet ve dostluğa götüren bir sulh u selâmet yoludur. Bu itibarla îman -Allah düşmanları dışında- bütün varlığı birbirine bağlayan, kaynaştıran ve kardeşleştiren ilâhî bir iksirdir. Esasen ulaşılması ya da yaşanması gereken bu güzel iklimi ifsad eden her bir şey, adı ve şekli ne olursa olsun, îmanda yaşanan zaafların bir sonucudur. İman sayesinde gönüllere lütfedilen bu ülfet, muhabbet ve kardeşlik sermayesini zayi etmemek için, önce mevcut sermayeyi zararlı âmillere karşı korumak gerekmektedir. Söz konusu zararlı âmillerin kaynağı, nefsânî ve şeytânî dürtüler, duygular ve davranışlardır. Bu negatif iklimi oluşturan zehirli havanın vasıtası ise çoğu zaman dil, el ve sâfiyeti bozulmuş gönüldür. Allah ve Resûlü, bu vasıtaların ne şekilde ifsâda sebebiyet verebileceğini bizlere açık bir şekilde haber vermiştir. Birincisi, incitici, yaralayıcı, ayırıcı ve ilişkileri koparıcı dil zehri. Dil yarası, en derin yaraların başında gelir. Kılıç yarası iyileşir ve fakat dil yarası iyileşmez denilmiştir. Zira biri vücudun dış kısmını incitirken, diğeri insanın gönlünü ve özünü incitir. Bu yaralamanın şekli, bazen sözün muhtevasından ve bazen de üslûbundan kaynaklanır. Meselâ ilişkilerde yalan söylemek, güvensizlik tohumlarını eken bir zehirdir. İftira, kişilik onurunu ayaklar altına alan ve muhatabı âdetâ yaşarken ölüme mahkûm eden bir katildir. Gıybet, dedikodu denilen hastalık ise insanı başkalarının yanında küçültme ve ayıplı hâle getirme operasyonudur. Hakaret, kötü söz, kötü lakap, incitici ifadeler vb. tavırlar da terbiye görmemiş bir dilin sıhhatli ilişkileri bozan şeytânî fonksiyonlarıdır. Dil zehrinin, muhteva kadar yaralayıcı bir diğer türü de, sözü söyleme üslûbudur. Kurulan cümlelerde kullanılan uygunsuz kelimelerin taşıdığı negatif enerji, sıcacık duyguları dondurur ve ilişkileri söndürür. Belki söylenen doğrudur; fakat üslup incitici ve yıkıcıdır. Rabbimiz bu konuda kullarını sıkça uyarır ve “Muhataba değer verdiğini ifade eden bir üslupla söz söylemek”3 gerektiğini, “sert ifadelerle değil, yumuşak, gönlü okşayan ipeksi dokunuşlarla Hakk’ı tavsiye etmenin”4 lüzumunu, “merkep sesi gibi yüksek sesle bağırarak değil, duyulabilecek düşük tonlu bir sesle meramını anlatmanın”5 mümkün olduğunu hatırlatır ve kullarını nezâket ve letâfete şöyle davet eder: “(Ey Resûlüm!) Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü en güzel şekilde söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar. Zira o, insanın apaçık bir düşmanıdır.” (İsrâ Sûresi, 53) Âyet-i kerimenin şu iki işâreti dikkat çekicidir: Her zaman sözün en güzelini bulma arayışı içinde olmak. Zira birine göre güzel olan, diğerine göre kaba, haşin ve çirkindir. Öyleyse her bir insanın, kendi içinde sözün en güzelini yakalama adına, sürekli kendini geliştirme gibi bir sorumluluğu vardır. İkinci konu da, görünen ve görünmeyen gizli güçlerin, söylenen sözlerden yola çıkıp inananlar arasına düşmanlık tohumları ekebileceği gerçeğidir. İlişkileri berhava eden ve ülfeti düşmanlığa dönüştüren ikinci âmil, elimiz, vücudumuz ya da gücümüzle yaptıklarımızdır. Meselâ zulüm böyle bir zehirdir. Göz, kaş işareti ile birilerini alaya alıp horlamak böyle bir zehirdir. Yeryüzünde fesat çıkarma adına girişilen faaliyetler, bu nevi yıkıcı ve parçalayıcı faaliyetlerdir. Ayıpları örtme yerine açığa çıkarma girişimleri yani tecessüs illeti, böyle bir hastalıktır. Bir grubun diğerini küçültme ve ayıplama yarışına girmesi, böyledir. Buna benzer daha nice davranış ve tavırlar vardır ki bir mü’mine yakışmayan ve Müslümanlığımızı ayıplı hâle getiren virüsler gibidir. Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin şu sözü ne kadar uyarıcıdır. “Müslüman elinden ve dilinden diğer Müslümanların kendini emniyette hissettiği kişidir.”6 Kardeşlik ahlâkını lekeleyen ve zedeleyen üçüncü âmil ise, kalp ahlâkımızdaki bozulmalardır. Kendini mü’min kardeşinden büyük görme hastalığı, işte böyle bir hastalıktır. Üstünlük kriteri olarak ırkını, soyunu, meşrebini, mezhebini ve sosyal statüsünü ölçü olarak belirlemek, böyledir. Diğer müminlere karşı -sebebi ne olursa olsun- yüreğinde kin, nefret, buğz ve düşmanlık beslemek, böyledir. Çekememezlik duygularına kapılmak, aynı şekilde yaralayıcıdır. Nitekim Kabil ile Hâbil, Yusuf –aleyhisselam- ile kardeşleri aralarına giren düşmanlık duygusu, işte böyle bir haset duygusudur. Kesin bir delile dayanmadığı halde, kardeşlerine karşı kötü kötü düşüncelere ve zanlara kapılmak da kalbin ilişkileri parçalayıcı hastalıklarındandır. Hatta denilebilir ki, elimizle ve dilimizle işlediğimiz ifsad edici davranışlarımızın negatif enerji kaynağı, çoğu zaman, tasfiye ve tezkiye görmemiş nefsimiz ve kalbimizdir. Netice olarak, ilişkileri parçalayan, ülfeti yok eden ve kardeşliği düşmanlığa dönüştüren hastalık, içimizde ve kendimizdedir. Mü’min ahlâkının elimizde, dilimizde ve gönlümüzde tezahür etmesi için, îmânımızın gönlümüze, dilimize, elimize ve hulâsa hücrelerimize kadar işlemesi zaruridir. Nefsimiz îmân potasında eriyince -Allah düşmanları hariç- bütün âlem dosta dönüşür. Büyük âriflerimizden Niyâz-ı Mısrî’nin şu beyti ne güzeldir:


Ben sanırdım, âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terkeyledim gördüm ki ağyâr7 kalmadı

Dipnotlar: 1) Bkz. Bakara Sûresi, 138. 2) Îman, inanç, akide ve zihniyeti düzenlerken; İslâm, ibadet, ilişkiler ve hayata dair diğer meseleleri sıhhatli hale getirir; ihsan ise insanın duygu ve ahlâk yönünü inşa eder. 3) Bkz. İsrâ Süresi, 23. 4) Bkz. Tâhâ Sûresi, 44. 5) Bkz. Lokman Sûresi, 19. 6) Buhârî, Îmân 4–5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64–65. 7) Ağyâr: Düşman.