Altınoluk Dergisi, 2013 – Temmuz, Sayı: 329, Sayfa: 006
Îmân ve takvâ önderleri olan peygamberler ve onların gerçek varisleri, Rabbimizin insanlığa lutfettiği en büyük nimetlerdendir. Zira yaratılış gayemiz olan kulluğu, bizlere hayatları ile bizzat gösterenler onlardır. Biz onların şahsında, hem kulluğun nasıl yapılması gerektiğini öğreniyor, hem de onun şerefini, zevkini ve neşesini ayne’l-yakîn1 kıvamında müşâhede nimetine erebiliyoruz. Bu altın silsilenin parlak yıldızlarından biri de Sâhibu’l-vefâ Musâ Efendi -kuddise sirruh- Hazretleridir. Mârifetullah ve muhabbetullah nimetinden büyük nasibe ermiş bu Hak dostunda, İbâdet ve kulluk neşesi öyle zâhirdi ki, daha ilk nazarda gönlünüze bu zevk ve şevkten kıvılcımlar yansırdı. Esasen kulluk mükellefiyetlerinin zevk ve şevkle îfâsı, her şeyden önce bir îmân meselesidir. Kur’ân-ı Kerim, namaza tembel tembel kalkmanın bir nifak alâmeti olduğunu haber verir. Bu itibarla denilebilir ki ibâdette şevk ve neşe, bir îmân ölçüsüdür. Kimin îmânı daha kavi ise kulluk neşesi ve şevki de o kadar derindir. İmân, zemininde muhabbet olan, muhabbet-i ilâhiyi besleyen ve kulu Hakk’a bağlayan ulvî bir duygudur. Bu yönüyle kulluk, muhabbetle ifa edilen bir ibâdet hayatıdır. Muhabbetsiz bir şekilde, zorlanarak îfâ edilen kulluk vazifeleri, sorumluluğu üzerimizden düşürse de Hakk’a kurbiyyet ve muhabbet-i ilâhiyyeye erişme noktasında bir vesile teşkil edemezler. Muhabbet olmadan şevk ve neşe de olmaz. Muhabbeti ise mârifetullah seviyesi artırır. İşte âriflerde görülen ibâdet neşesinin yüksek oluşunun kaynağı da budur. Diğer taraftan muhabbetullah kulda vuslat arzusu doğurur. Bir kulda vuslat arzusu zuhur ederse de, artık ona hiçbir ibâdet yük gibi gelmez; tam aksine özlenen bir buluşma zevki ve neşesi verir. Şu âyet-i kerimede bu sırra işâret vardır:
“…Şüphesiz namaz, Allah’a derinden saygı duyanlardan (huşû sahiplerinden) başkasına ağır gelir. Onlar, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O’na döneceklerini çok iyi bilen kimselerdir.” (Bakara Sûresi, 45-46)
Yüce Rabbimiz ibadetlerini muhabbet, vecd ve şevkle icra edenleri Kur’an-ı Kerim’de metheder2. Enes radıyallahu anh anlatıyor: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem mescide girmişti. İki direk arasına uzatılmış bir ip gözüne ilişti: – “Bu ip nedir?” diye sorunca, sahâbîler: – Bu, Zeynep Binti Cahş’a ait bir iptir. Namazda ayakta durmaktan yorulunca ona tutunuyor, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: – “Onu hemen çözünüz. Sizden biriniz canlı ve istekli olunca nâfile namaz kılsın, yorgunluk ve gevşeklik hissettiği zaman ise yatıp uyusun” buyurdu. (Buhârî, Teheccüd 18; Müslim, Müsâfirîn 219.) İşte bu büyük Rabbânî ve nebevî sır sebebiyledir ki Mûsâ Efendi Üstadımız sohbetlerinde “Kulluk vazifelerimizi büyük bir tazim ve itina ile seve seve yerine getireceğiz” sözünü sık sık tekrar ederlerdi. Îman, ibâdet ve manevî hallerin manevî tadına ve lezzetine vara vara bir kulluk iştiyakı oluşması gerektiğini de İbrahim Düssûkî -kuddise sirruh-’un dilinden şöyle naklederlerdi: “Bir şeyi anlatmak, hiçtir. Anlamak icab eder. Hiç bir zaman için anlatan; anlattığı mânânın mârifetine eren, onun tam hâmili olduktan sonra konuşan gibi olamaz. Anlatmak istediğim makama, bazı müşahede ehli olan kimseler de ermiş değildir. Şöyle ki bazı Hakkın yardımına nâil olup bir müşahede âlemine geçenler de vardır. Ne var ki bunlara: O, erdiğin makamı vasfet dense yapamazlar, çünkü hakiki ve eksiksiz bir zevke sahib olamamışlardır. Bütün bunları anlatmaktan kastım odur ki cümle evlâdım zevk ehli (işin hakikatini tadan kimseler) olalar… vasfeden, anlatan değil. Sonra ilimleri esas, Rabbanî kaynaktan alalar, dillerden, satırlardan ve kâğıtlardan değil.” Mûsâ Efendi Üstadımız, kulluktaki şevk ve neşe halini ihlasa bağlar ve buyururlardı ki: “Allah teâlânın rızasını tahsil gayesiyle ihlâsla yapılan hizmetlerin en meşakkatlileri bile yorgunluk bıkkınlık vermez. Bilakis insanın şevkini artırır. Şevkle yapılan hizmetler hem isabetli olur hem de sahibine haz ve zevk verir.” Kul olmanın büyük hazzını ve zevkini yaşarlar ve bunu da engin bir şükür duygusu içerisinde şöyle ifade ederlerdi:
“Cenâb-ı Hak bizi elhamdülillah kendine kul yapmış, Habîb-i Edibine ümmet yapmış, bizi bu güzel ve âlî yola sevketmiş. Bundan büyük bir saâdet de mevzu bahis olamaz. Tekrar elhamdülillah…” 3
Namaz ibâdetine çok büyük tazim ve hassasiyet gösterirlerdi. Namazda huşû, en çok dikkat ettikleri hususlardan biriydi. Zira huşûnun içinde hem idrak yoğunluğu, hem gönül uyanıklığı, hem de huzurda olmanın hazzı vardır. Gönül bir işe teksif olmadan şevk ve vecd hali gerçekleşemez. Buyururlardı ki:
“Namazın hakikatı ve rûhu, huşûdur. Bu da, gönlün namazın tamamında huzûr hâlinde bulunmasıdır ki, namazdan maksat budur. Bu yerine getirilince, gönül her an Hak ile tazelenir”4.
Onun Rabbiyle buluşma iştiyakı, namaz ibadetinde çok daha güçlü bir şekilde hissedilirdi. Abdestlerini büyük bir huzurla alırlar, bembeyaz cübbelerini ve takkelerini giyerler, gül râyihası kokularından etrafındakilere de ikram ederek ezanı beklerlerdi. Namaz seccadelerinin olabildiğince düzgün serilmesini arzu ederlerdi. Öyle ki, seccadenin ayak ve baş ucundaki püsküllerinin bile düzeltilmesini isterlerdi. Gözü ve gönlü meşgul edecek dağınıklığa fırsat vermezlerdi.
Secdeler en ulvî duyguların yaşandığı Hakk’a kurbiyyet demleridir. Oturarak namaz kılma zarureti ortaya çıkınca yakınlarına: “Şu anda en çok secdenin hasreti içindeyim. Ah! Rabbim sıhhat verse de namazımı secde ederek kılabilsem” diye tahassürlerini ifade edişleri, onun içindeki iştiyakın kelimelere dökülen tezâhürleridir5.
Namaz huzurla edâ edildikten sonra, ruhları okşayan letâfetteki “Elhamdülillah” niyazları, hissettikleri engin duyguların şükrü gibiydi.
Onun namazdaki bu tazim, şevk ve hassasiyeti, diğer ibâdetlerde de aynen müşâhede edilirdi. Ramazan-ı şerifte, özellikle Haremeynde açtığı iftar sofralarına gösterdiği itina ve ehemmiyet, Hac menâsikini îfâ ederken derin tefekkür ve hürmet duygusu, Serveri âlem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi ziyaret ederken takındığı edep ve huşuu, sadaka ve zekât verirken büyük bir minnet ve nezâket duyguları içinde fakire emaneti takdim edişi, hep onun ibâdette tazime verdiği ehemmiyeti ve gönlündeki şevk ve vecdi gösteren işâretlerdi.
Hatta zaman zaman zenginleri infaka teşvik sadedinde: “Zenginliğin manevî lezzetini bol bol infak ederek tatmak lazım” buyururlardı.
Onun Kur’ân-ı Kerim’le ülfet ve dostluğu da hayran olunacak nitelikteydi. Kelâmullaha olan tazim ve edebini, iştiyak ve vecdini dil ile ifade etmek, onu yazıya dökmek neredeyse imkânsız gibidir.
Kardeşleri Abidin Bey anlatıyor:
“Mûsâ abim, aslında ibâdetinde sayısal olarak çokluğa bakmazdı. Meselâ haftada bir hatim indireyim, iki hatim indireyim gibi bir iddiası yoktu. Her gün on sayfa Kur’an-ı Kerim okurdu. Bu on sayfayı okumadan önce yeniden güzelce abdestlerini alırdı. Herkes abdest alır ama, o abdest aldıktan sonra güzel süslenir, kokusunu sürer, rahlesini açar, rahlenin üzerine örtülerin en güzelini koyar ve Kur’an’ı Kerim’i büyük bir itina ile, sevgiyle alır, böyle her tarafından sevgi taşarak keyifle okur, ondan sonra Kur’an’ı Kerim’i kapatırdı”6.
Üstâzın Medine sevgisi ve hasreti de gıpta edilecek güzellikteydi. Gönlü hep oraya akardı. Her yıl mutâd olarak bir müddet Medine’de ikamet ederlerdi. Ehl-i Medine sayılırdı. Medine’ye varır varmaz hemen Mescid-i Nebiye gitmek yerine, mânen bir hazırlık yaparlardı. Medinede bulundukları süre içerisinde Mescid-i Nebevi’ye namaza çıkarlar ve özellikle sabah namazından sonra da işrâk vaktine kadar bekledikten sonra Allah Rasûlünün türbe-i saadetlerini büyük bir tazim ve muhabbetle ziyaret ederlerdi. Ziyaret öncesi beraberindekilere gül kokusu ikram ederler ve mütevazı adımlarla huzura varıp, az geride durarak salât u selamlarını arzederlerdi.
Muhterem Üstâzın Cuma gününe de ayrı bir tazim ve ihtimâmı vardı. Allah Rasûlü’nün sünnetine uyarak, güzelce abdestlerini aldıktan sonra, en güzel elbiselerini giyerler, güzel kokular sürerler ve vakitlice sevenleriyle birlikte camiye çıkarlardı. Genelde selâtin bir cami tercih edilirdi. Eyüp Sultan, Süleymaniye, Sultanahmet, Şehzadebaşı, Fatih, Hırka-i Şerif, Ayazma gibi camilere sıklıkla gidilirdi.
Hutbe huzurla dinlenilir, namaz huşu ile eda edilirdi. Namazı müteakip ağır ağır, vakur bir şekilde camiden çıkılırken, yardım talep eden sâillerin de elleri boş çevrilmezdi.
Üstâz Hazretleri, Cuma günü kendisini ziyarete gelenlere günün ehemmiyetini hatırlatarak: “Bugün hassaten temiz giyinmeli, mümkünse boy abdesti alarak câmiye gidilmeli, en temiz, yeni ve ütülü elbiselerimizi giymeliyiz. Mutlaka az veya çok, herkes imkânı nispetinde ikramda, infakta bulunmalı, hastaları ziyaret etmeli, kardeşlerle hediyeleşmeli, bol bol Kur’an-ı Kerim okumalı” diye tavsiyelerde bulunurlardı7.
Yine evrâd ü ezkârımızı îfâ ederken de, gönlümüzü Rabbimize vererek, seve seve, büyük bir itina ile, aceleye getirmeden, âdeta tadının çıkararak yerine getirmemiz gerektiğine dikkat çekerlerdi.
Hülâsa o güzel bir kuldu. Aşkıyla, vecdiyle, şevkiyle ve her şeyden önemlisi tazim ve vakarıyla örnek bir kuldu. Dua ve niyazlarında Rabbinden hep bu güzellikleri istedi. Şöyle yalvarırdı:
Ey Ulu Rabbimiz! Bizleri kendinde eylediğin has kullarından eyle! Aşkımızı, şevkimizi, ihlâsımızı artır. Bizi senden ayıran her şeyi bizden uzak kıl. (Âmin)
Dipnotlar: 1) Ayne’l-yakîn: Hakikati görerek bilme derecesi demektir. 2) Bkz. Bakara Sûresi, 177; İnsan Sûresi, 8. 3) Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 62. 4) Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 37-38. 5) Abdullah Sert, “Secdeyi Çok Özledim”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 257, sh. 15, Temmuz 2007. 6) Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 24, Temmuz 2001. 7) Bkz. Mustafa Eriş “Cuma Hasreti”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 173, sh. 38, Temmuz 2000.