Adem Ergül

Peygamber (s.a.) Huzurunda Muhabbet ve Saygı ile…

Altınoluk Dergisi, 2012 – Nisan, Sayı: 314, Sayfa: 006

Rahmân ve Rahîm olan Mevlâmızın, kullarına rahmet çeşmeleri olarak takdim ettiği peygamberler ve hususiyle, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz Muhammed Mustafâ -sallallahu aleyhi ve sellem-, hiç şüphesiz insanlık için büyük bir ikrâm-ı ilâhîdir. Peygamber elinden hayat iksiri içebilmek, onun mektebinde insaniyet kalitemizi terbiye ve tezkiye edebilmek ve nihayet Allah’ın istediği kıvama erişebilmek için, o huzurda edep, muhabbet ve tazimle bulunmak gerekir. Zira nübüvvet mektebinin makbul bir talebesi olabilmek ve o ilim, rahmet ve feyz meclisinden istifade edebilmek, bir bedel ister. Nitekim Rahmet Peygamberi Efendimiz bu hususa şöyle işâret buyurur: “Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak ve kaygan bir arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen, hem öğreten kimse ile, bunu başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.” (Buhâri, İlim, 20; Müslim, Fezâil, 15). Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’in muhtelif âyetlerinde, Allah Resûlü ile gönderilen ilâhî rahmet yağmurundan istifâde şartlarını bizlere açıklamıştır.

İstifâde için her şeyden önce diri bir gönle sahip olmak gerekiyor. Zira, bir ölü gibi, Peygamberin çağrılarına kulak vermeyen ve ona karşı ilgisiz, umursamaz bir tavır sergileyen kimselerin, peygamber mektebinde talebe olmaları mümkün değildir. Âyet-i kerimede: “Şüphesiz sen ölülere işittiremezsin. Arkalarına dönüp kaçarlarken sağırlara da bu çağrıyı duyuramazsın.” (Neml Sûresi, 80) buyrulmuştur.

Bu kimseler, Peygambere karşı kendini kapatmış, onu yok farzetmiş, ön yargılı bir şekilde, onun söylediği hakikatlere karşı gönüllerini kilitlemişlerdir. Artık böylelerinin bu engin rahmet deryasından bir damla bile istifadesi düşünülemeyecektir: Bu hakikate de âyet-i kerimede şöyle dikkat çekilir: “(Hakk’ı ve Hak’tan geleni tanımamakta ısrar ederek) inkâra saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir; onlar inanmazlar. Artık Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır.” (Bakara Sûresi, 6-7)

Diri olmanın ilk âlâmeti, Peygamberi görmek ve farketmektir. Yani onun farkını hissedebilmektir. Onun gözüne kaşına, bir beşer olarak yeyip içmesine, zaman zaman çarşı-pazar gezip dolaşmasına değil; Allah’tan vahiy alışına, seçilmiş oluşuna, üstün ahlâkına, yüzündeki ve özündeki nübüvvet nûruna ve diriltici mesajlarına dikkat kesilebilmektir. Rahmetten mahrum kalan beşeriyetin ortak özelliği, peygamberleri de kendileri gibi zannetmeleridir. Onların vahiy alan gönüllerini görüp hissetmemeleridir. Kur’ân-ı Kerim bu hakikati şöyle haber verir:

“Dediler ki: “Bu ne biçim peygamber ki, yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de, bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya! Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya! Zalimler, (inananlara): “Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler.” (Furkan Sûreesi, 7-8)

Peygamberi bir Allah elçisi olarak görmenin ve onun terbiye mektebinde arınmanın (tezkiye görmenin) ilk adımı, ona îmanla başlar. İmân “sana güveniyorum, söylediklerinin doğruluğunu kabul ediyorum” demektir. Bu kabul, gönül penceresinin açılışını, kulağı sağırlaştıran inkâr pamuğunun çıkarılışını ve gözdeki perdenin aralanmasını ifade eder. Ancak tam bir istifade için, bu îmân gerek şart ise de yeter şart değildir. Gönlün daha da hassasiyet kazanması îcab eder. Bu ise Allah’a ve âhirete îmânla dirilen mü’min gönlünün, Allah’ı çok çok zikrederek, tam bir uyanıklığa ve itmi’nâna ulaşmasıyla mümkündür. Nitekim Allah Resûlünden istifade şartlarını da ihtivâ eden şu âyet-i kerimede bu sırra açıkça işâret edilir:

“Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örneklik vardır.” (Ahzâb Sûresi, 21)

İmân ve zikirle dirilmiş ve uyanmış olan mü’minlerin, Allah Resûlüne yönelik ilgileri, âmir ile memur arasındaki sadece emir-komuta ilgisi olmadığı gibi sadece mesaj veren ve alan ilgisi de değildir. Bunların da ötesinde, gittikçe artan muhabbet merkezli bir ilgidir. Bu muhabbet öyle bir seviyeye yükselir ki, artık Hakk’ın elçisi kendilerine mallarından, evlatlarından, ticaretlerinden ve hatta canlarından bile daha sevimli hâle gelir. İşte gerçek terbiye ve tezkiyenin sırrı da bu muhabbette gizlidir. Zira eğitimin vasıtası sadece söz ve bir takım zahirî faaliyetler değildir. Belki öz naklidir. Manevî duygu ve doku naklidir ve hatta manevî anlamda bir kalp naklidir. Bu ameliyenin yegâne vasıtası, muhabbettir. Muhabbet gerçekleşmeden, nebevî eğitim adına hiçbir sonuç elde edilemez. Muhabbetin derecesi ne ise esasen istifadenin kıvamı da odur. Muhabbet davası kuru bir dava değildir. Bunun nişân ve alâmetleri de görülmelidir. Muhabbetin ilk meyvesi, saygıdır. Allah Resûlüne saygı ve tazimle yaklaşmaktır. Hiçbir konuda onun önüne geçmemektir. Onunla konuşurken ya da ondan bahsederken diğer insanlarla konuşur gibi konuşmamaktır. Sesini bile onun sesinin üzerine çıkarmamaktır. Dinlermiş gibi görünüp de dinlememezlik etmemektir. Ona ismiyle değil, “Ey Nebî!”, “Ey Resûl!” şeklinde vasfıyla hitap etmek ve gıyâbında ondan bahsedilecekse, hürmet ve muhabbet ifadeleriyle ve hatta “salât ü selâm”larla kendisinin ism-i şerifini edeple dile getirmektir. Bütün bunlar, Hucurât Sûresi’nde ashâb-ı kirâma öğretilen edeplerdir. Bu edepler, onların şahsında kıyamete kadar gelecek müminlere de bir nezâket talimidir. Selef-i salihînde ve ecdâdımızda bunun sayısız örneklerini müşâhede etmek mümkündür. Muhabbetin en önemli nişanlarından biri de tebaiyyet (ona uymak) ve teslimiyettir. Hem de gönülde en ufak bir darlık ve sıkıntı hissetmeksizin onun isteklerine cân u gönülden boyun eğebilmektir. Hatta câna minnet bilmektir. Muhabbetin bir başka nişânı, onun bize bıraktığı en önemli miras olan Kitâbullaha ve sünnet-i Resulullâha sahip çıkıp onları hayat haline getirebilmektir. Onun ilmine varis olan âlim ve âriflere muhabbet ve saygı ile yakın olmaktır. Aradan geçen bunca zamana rağmen, bugün de o rahmet pınarından doya doya içerek, hem istifade etmek ve hem de bütün âlemi istifade ettirmek gibi ulvî bir arzu ve iştiyakımız söz konusu ise, bunun yolu, hiç şüphesiz yine ona muhabbetle bağlanan bir gönül eşliğinde onun mirasına sahip çıkmak şeklinde olacaktır.