Adem Ergül

Nûr-i İlâhiyi Müşâhede Nimeti

Altınoluk Dergisi, 2005 – Aralik, Sayı: 238, Sayfa: 03

“Nur” ve “zulmet”, Kur’an-ı Kerim’de sık kullanılan iki kavramdır. İman ve İslam’ın insana sunduğu manevî iklim, genellikle “ışık” ve “aydınlık” anlamına gelen “nûr” kavramıyla ifade edilirken, nefis ve şeytanın çağırdığı inkâr ve isyan ortamı, “karanlık” manasına gelen “zulmet” kelimesiyle beyan edilmiştir.

Rabbimiz mü’min kullarına olan dostluğunu ifade ederken kendilerini zulmetten nura çıkardığını hatırlatır ve şöyle buyurur:

“Allah iman edenlerin dostudur; Onları karanlıklardan (zulumât) nûra çıkarır. İnkârcıların dostları ise sahte tanrılardır; onları aydınlıktan (nurdan) çıkarıp karanlıklara sokarlar…”. (Bakara Süresi, 257)

Rabbimiz tarafından gönderilen ilâhî kitap ve elçilerin de en önemli misyonu, insanlığı zulmetten nura çıkarmak olmuştur1.

“Nur” ve “zulmet” kavramına daha geniş bir açıdan yaklaşan İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-, genelde tüm varlığın ve özelde insanlığın bu iki kavramla ilişkisi hakkında şöyle bir tespitte bulunur:

“Hakk’ın dışında tüm varlık âlemi, hakikatte bir yokluk ve tümüyle zifiri karanlıktan (zulmetten) ibarettir. Onu var kılan ve aydınlatan (nurlandıran) ancak Hakk’ın zuhurudur. Kim kâinâta nazar eder de Hakk’ın nurunu herhangi bir şekilde, yani varlığın içinde, yanında, evvelinde ya da âhirinde müşahede edemezse, nurlardan mahrum kalmış, Hakk’ın eserleri ona bulut olup marifet güneşlerini görmesine perde olmuş demektir.”

Kâinâtın yaratıcısı, sahibi, koruyucusu ve besleyip büyüteni olan Yüce Mevlâ, zât-ı ulûhiyetinin varlıkla ilişkisinde “nûr” kavramına şöyle dikkat çeker:

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde bir lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nûr Sûresi, 35)

“Nûr âyeti” diye anılan bu âyetin açıklaması ile ilgili tefsirlerimizde çok geniş bilgilere yer verilmiş ve hatta müstakil eserler bile kaleme alınmıştır. Genellikle müfessirler, “nûr”un Allah olamayacağını ifade ederek burada mecaz yoluyla bir anlatım söz konusu olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre “Allah, göklerin ve yerin nurudur” demek, “Allah yerleri ve gökleri var etmiş ve aydınlatmıştır. Yerde ve gökte bulunan tüm varlığa hidâyet edip onlara hakikat yollarını göstermiştir.”

İmam Gazzâlî gibi kimi âlimler ise konuya daha farklı açıklamalar getirmişlerdir. Gazzâlî’ye göre “nûr” kelimesinin, kişilerin idrak kabiliyeti ve manevî terakkileri ile ilgili olarak birden fazla hakiki manası vardır. Nûrun madde ve melekût âlemlerinde, son noktadan başa ve ana kaynağa doğru bir sıralanışı vardır. Kaynağa yükseldikçe nûr kavramının hakikatine yaklaşılır. Bu sıralama sonsuza doğru devam etmez; öyle bir kaynağa ulaşır ki, O kendinden ve bizatihi nûrdur. O’nun nûru başka bir kaynaktan gelmez, aksine sıra ile bütün nurlar O’ndandır. İşte hakikat mânasıyla nûr O’dur ve –bu mâna göz önüne alındığında- başka şeylere “nûr” ismi mecazen verilmiş sayılır.

Nûr, son tahlilde görünme ve gösterme mânasına geldiğine göre varlık nûrdur, yokluk ise zulmettir (karanlıktır); çünkü yok olanın zuhuru mümkün değildir. Varlığı bir başka varlığa bağlı olmayan ezelî ve ebedî tek varlık yalnız Allah’tır. Diğer varlıkların var oluşu O’na bağlıdır ve O’ndandır. Şu halde varlık mânasında hakîki nûr da Allah’tır2.

Kâinât kitabı, âdetâ bir âyetler meşheridir. Bu kitabı okumak için göz ve gönlün ilâhî nurdan nasiplenmesi gerekmektedir. Âyet-i kerimede buyrulur ki:

“Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin nurdan nasibi yoktur.” (Nûr Sûresi, 40)

Böyle bir nûra erişmek için Hak’tan inâyet ve ihsan talep etmek yegane yoldur. Her şeyde en güzel örnek (üsve-i hasene) olan Resül-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz bize şu duaları ile ne güzel önderlik etmektedir:

“Allahım! Kalbime, gözüme ve kulağıma nûr ver; sağımdan, solumdan, arkamdan, önümden, üstümden ve altımdan nûr ver; bana nur ver, benim için nur ver. Allahım! Damarlarıma, etlerime, kanıma, saçıma, cildime, dilime ve nefsime nûr ver. Nurumu büyüt ve beni nûr kıl Rabbim!”(Tirmizi, Deavât, 30)

Kimin nûru daha ziyâde ise varlık âleminde ilâhî nûru müşâhede nasibi de o kadar çoktur. Dağlar-taşlar, akan sular-esen yeller, güller-sümbüller, öten bülbüller, güneş ve aylar ve sayılamayacak daha nice varlıklar, insanın nûrdan nasibine göre farklı anlamlar kazanır. Bu mânâda her kulun yaşadığı âlem, kendine özeldir, denilebilir.

Allah’ın öyle kulları vardır ki, eserden müessiri müşâhede eder. Yani sanata bakar, sanatkârın azametini fark eder. Fânî varlıktan bâkî varlığa erişir. Her şey O’na çağıran bir davetçidir. Delillerle yürümeyi severler. Böylelerinin gönül ufkunda şu mânâ zuhur eder:

Bir kitâbullahı azamdır serâser kainat

Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar

….

Yeşeren her yeşil çemen yerde

Vahdehü lâ şerike leh demede3

Yine öyle kullar vardır ki, her şeyden önce Hâlık’ı müşâhede eder, sonra da O’nun bir tecellisi olarak mahlukâtı görürler. Böyleleri nazarında tüm varlık, O var diye vardır. Bu kulların gönül âlemleri “Her şey O’ndandır” lezzetiyle daimî bir huzur soluklar.

Bazı kullar da vardır ki, onlar ilâhî nurun müşâhedesinde âdeta kaybolmuşlardır. Onlara göre “Yüce Allah öyle zâhir öyle zâhirdir ki, zuhurunun şiddetinden gâibtir.” Suyun içindeki balığın, suyun farkında olmadığı gibi ilâhî nûrun kuşatıcılığı karşısında O’ndan gayriyi göremezler. Böylelerinin delile ihtiyacı yoktur. Hatta delil ihtiyacını, O Yüce Varlık’tan şüphe nişânesi olarak görürler. Şu dörtlük onların halini anlatır gibidir:

Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin

Canlarda vü tenlerde nihân hep sen imişsin

Senden bu cihan içre nişan ister idim ben

Âhir bildim ki cihan hep sen imişsin4

Bu hal, tüm varlığı ilah kabul eden panteizm değil, tam aksine tüm varlığı Hakk’ın varlığının zuhûru yanında, âdeta güneş doğunca kaybolan yıldızlar misali gözden ve gönülden silen tam bir tevhîd halidir. Ehlinin ifadesine göre bu hali söz kalıplarına sığdırmak muhaldir.

Tevhidin bu zirveleri yanında tüm varlığı taş ve topraktan ibaret saymak, göz ve gönüldeki nursuzluğun bir nişanıdır ki, ne büyük bedbahtlıktır. Nurlar arasında gönül gözü bağlı bir şekilde bir körebe olarak şu âlemde dolaşmak, ne acınacak bir haldir. Böyle bir halden Rabbimize sığınırız.

Dünyada ilâhî nûrdan nasip alamamak âhirette de kör kalmak ve nurdan uzak olmak demektir. Böylelerinin mahşerdeki nur arayışları Kur’an’da şöyle beyan edilir:

“Mümin erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından, nurları aydınlatıp giderken gördüğün günde, (onlara): Bugün müjdeniz, zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir, denilir. İşte büyük kurtuluş budur. Münafık erkeklerle münafık kadınların, müminlere: Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, diyeceği günde kendilerine: Arkanıza dönün de bir ışık arayın! denilir. Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan bir sur çekilir.” (Hadid Süresi, 12-13)

Kişiye Allah’ı unutturan her şey, hakikatte Hakk’a karşı bir perdedir. Perdelerin artması, zulmetin artması demektir. İlâhî nuru müşahede, bu perdelerin kalkmasına bağlıdır. Bunun da yolu, nura çağıran ilahi mesaj ve Resül-i kibriyânın her çağrısına “lebbeyk” diyerek tam bir teslimiyetle icabet etmektir. Nur’un yegane kaynağı olan Rabbimizden kendi nuruna hidayeti, yine O’nun lutfundan umuyor ve bekliyoruz… n

Dipnotlar : 1) Bkz. İbrahim Süresi, 1; Talak Süresi, 11. 2) Gazzalî’nin “Mişkâtü’l-envâr” isimli eserindeki konuyla ilgili görüşlerinin kısa bir özeti için bkz. Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir (Heyet), Diyanet Yayınları, IV, 103-104. 3) “Varlık sahnesine çıkan her şey, Allah eşi ve benzeri olmayan yegane varlıktır” der. 4) “Gizli açık ne varsa her şey Sen’in bir tecellinin eseriymiş, bunu geç anladım. Beden ve canların perde arkasında var olan meğer hep Sen imişsin. Bu âlemde Sana işaret eden bir delil arama derdindeydim, ne kadar da yanılmışım, demek tüm varlık Sen’den ve tecellilerinden başka bir şey değilmiş.”ur” ve “zulmet”, Kur’an-ı Kerim’de sık kullanılan iki kavramdır. İman ve İslam’ın insana sunduğu manevî iklim, genellikle “ışık” ve “aydınlık” anlamına gelen “nûr” kavramıyla ifade edilirken, nefis ve şeytanın çağırdığı inkâr ve isyan ortamı, “karanlık” manasına gelen “zulmet” kelimesiyle beyan edilmiştir.

Rabbimiz mü’min kullarına olan dostluğunu ifade ederken kendilerini zulmetten nura çıkardığını hatırlatır ve şöyle buyurur:

“Allah iman edenlerin dostudur; Onları karanlıklardan (zulumât) nûra çıkarır. İnkârcıların dostları ise sahte tanrılardır; onları aydınlıktan (nurdan) çıkarıp karanlıklara sokarlar…”. (Bakara Süresi, 257)

Rabbimiz tarafından gönderilen ilâhî kitap ve elçilerin de en önemli misyonu, insanlığı zulmetten nura çıkarmak olmuştur1.

“Nur” ve “zulmet” kavramına daha geniş bir açıdan yaklaşan İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-, genelde tüm varlığın ve özelde insanlığın bu iki kavramla ilişkisi hakkında şöyle bir tespitte bulunur:

“Hakk’ın dışında tüm varlık âlemi, hakikatte bir yokluk ve tümüyle zifiri karanlıktan (zulmetten) ibarettir. Onu var kılan ve aydınlatan (nurlandıran) ancak Hakk’ın zuhurudur. Kim kâinâta nazar eder de Hakk’ın nurunu herhangi bir şekilde, yani varlığın içinde, yanında, evvelinde ya da âhirinde müşahede edemezse, nurlardan mahrum kalmış, Hakk’ın eserleri ona bulut olup marifet güneşlerini görmesine perde olmuş demektir.”

Kâinâtın yaratıcısı, sahibi, koruyucusu ve besleyip büyüteni olan Yüce Mevlâ, zât-ı ulûhiyetinin varlıkla ilişkisinde “nûr” kavramına şöyle dikkat çeker:

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde bir lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nûr Sûresi, 35)

“Nûr âyeti” diye anılan bu âyetin açıklaması ile ilgili tefsirlerimizde çok geniş bilgilere yer verilmiş ve hatta müstakil eserler bile kaleme alınmıştır. Genellikle müfessirler, “nûr”un Allah olamayacağını ifade ederek burada mecaz yoluyla bir anlatım söz konusu olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre “Allah, göklerin ve yerin nurudur” demek, “Allah yerleri ve gökleri var etmiş ve aydınlatmıştır. Yerde ve gökte bulunan tüm varlığa hidâyet edip onlara hakikat yollarını göstermiştir.”

İmam Gazzâlî gibi kimi âlimler ise konuya daha farklı açıklamalar getirmişlerdir. Gazzâlî’ye göre “nûr” kelimesinin, kişilerin idrak kabiliyeti ve manevî terakkileri ile ilgili olarak birden fazla hakiki manası vardır. Nûrun madde ve melekût âlemlerinde, son noktadan başa ve ana kaynağa doğru bir sıralanışı vardır. Kaynağa yükseldikçe nûr kavramının hakikatine yaklaşılır. Bu sıralama sonsuza doğru devam etmez; öyle bir kaynağa ulaşır ki, O kendinden ve bizatihi nûrdur. O’nun nûru başka bir kaynaktan gelmez, aksine sıra ile bütün nurlar O’ndandır. İşte hakikat mânasıyla nûr O’dur ve –bu mâna göz önüne alındığında- başka şeylere “nûr” ismi mecazen verilmiş sayılır.

Nûr, son tahlilde görünme ve gösterme mânasına geldiğine göre varlık nûrdur, yokluk ise zulmettir (karanlıktır); çünkü yok olanın zuhuru mümkün değildir. Varlığı bir başka varlığa bağlı olmayan ezelî ve ebedî tek varlık yalnız Allah’tır. Diğer varlıkların var oluşu O’na bağlıdır ve O’ndandır. Şu halde varlık mânasında hakîki nûr da Allah’tır2.

Kâinât kitabı, âdetâ bir âyetler meşheridir. Bu kitabı okumak için göz ve gönlün ilâhî nurdan nasiplenmesi gerekmektedir. Âyet-i kerimede buyrulur ki:

“Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin nurdan nasibi yoktur.” (Nûr Sûresi, 40)

Böyle bir nûra erişmek için Hak’tan inâyet ve ihsan talep etmek yegane yoldur. Her şeyde en güzel örnek (üsve-i hasene) olan Resül-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz bize şu duaları ile ne güzel önderlik etmektedir:

“Allahım! Kalbime, gözüme ve kulağıma nûr ver; sağımdan, solumdan, arkamdan, önümden, üstümden ve altımdan nûr ver; bana nur ver, benim için nur ver. Allahım! Damarlarıma, etlerime, kanıma, saçıma, cildime, dilime ve nefsime nûr ver. Nurumu büyüt ve beni nûr kıl Rabbim!”(Tirmizi, Deavât, 30)

Kimin nûru daha ziyâde ise varlık âleminde ilâhî nûru müşâhede nasibi de o kadar çoktur. Dağlar-taşlar, akan sular-esen yeller, güller-sümbüller, öten bülbüller, güneş ve aylar ve sayılamayacak daha nice varlıklar, insanın nûrdan nasibine göre farklı anlamlar kazanır. Bu mânâda her kulun yaşadığı âlem, kendine özeldir, denilebilir.

Allah’ın öyle kulları vardır ki, eserden müessiri müşâhede eder. Yani sanata bakar, sanatkârın azametini fark eder. Fânî varlıktan bâkî varlığa erişir. Her şey O’na çağıran bir davetçidir. Delillerle yürümeyi severler. Böylelerinin gönül ufkunda şu mânâ zuhur eder:

Bir kitâbullahı azamdır serâser kainat

Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar

….

Yeşeren her yeşil çemen yerde

Vahdehü lâ şerike leh demede3

Yine öyle kullar vardır ki, her şeyden önce Hâlık’ı müşâhede eder, sonra da O’nun bir tecellisi olarak mahlukâtı görürler. Böyleleri nazarında tüm varlık, O var diye vardır. Bu kulların gönül âlemleri “Her şey O’ndandır” lezzetiyle daimî bir huzur soluklar.

Bazı kullar da vardır ki, onlar ilâhî nurun müşâhedesinde âdeta kaybolmuşlardır. Onlara göre “Yüce Allah öyle zâhir öyle zâhirdir ki, zuhurunun şiddetinden gâibtir.” Suyun içindeki balığın, suyun farkında olmadığı gibi ilâhî nûrun kuşatıcılığı karşısında O’ndan gayriyi göremezler. Böylelerinin delile ihtiyacı yoktur. Hatta delil ihtiyacını, O Yüce Varlık’tan şüphe nişânesi olarak görürler. Şu dörtlük onların halini anlatır gibidir:

Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin

Canlarda vü tenlerde nihân hep sen imişsin

Senden bu cihan içre nişan ister idim ben

Âhir bildim ki cihan hep sen imişsin4

Bu hal, tüm varlığı ilah kabul eden panteizm değil, tam aksine tüm varlığı Hakk’ın varlığının zuhûru yanında, âdeta güneş doğunca kaybolan yıldızlar misali gözden ve gönülden silen tam bir tevhîd halidir. Ehlinin ifadesine göre bu hali söz kalıplarına sığdırmak muhaldir.

Tevhidin bu zirveleri yanında tüm varlığı taş ve topraktan ibaret saymak, göz ve gönüldeki nursuzluğun bir nişanıdır ki, ne büyük bedbahtlıktır. Nurlar arasında gönül gözü bağlı bir şekilde bir körebe olarak şu âlemde dolaşmak, ne acınacak bir haldir. Böyle bir halden Rabbimize sığınırız.

Dünyada ilâhî nûrdan nasip alamamak âhirette de kör kalmak ve nurdan uzak olmak demektir. Böylelerinin mahşerdeki nur arayışları Kur’an’da şöyle beyan edilir:

“Mümin erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından, nurları aydınlatıp giderken gördüğün günde, (onlara): Bugün müjdeniz, zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir, denilir. İşte büyük kurtuluş budur. Münafık erkeklerle münafık kadınların, müminlere: Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, diyeceği günde kendilerine: Arkanıza dönün de bir ışık arayın! denilir. Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan bir sur çekilir.” (Hadid Süresi, 12-13)

Kişiye Allah’ı unutturan her şey, hakikatte Hakk’a karşı bir perdedir. Perdelerin artması, zulmetin artması demektir. İlâhî nuru müşahede, bu perdelerin kalkmasına bağlıdır. Bunun da yolu, nura çağıran ilahi mesaj ve Resül-i kibriyânın her çağrısına “lebbeyk” diyerek tam bir teslimiyetle icabet etmektir. Nur’un yegane kaynağı olan Rabbimizden kendi nuruna hidayeti, yine O’nun lutfundan umuyor ve bekliyoruz…

Dipnotlar : 1) Bkz. İbrahim Süresi, 1; Talak Süresi, 11. 2) Gazzalî’nin “Mişkâtü’l-envâr” isimli eserindeki konuyla ilgili görüşlerinin kısa bir özeti için bkz. Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir (Heyet), Diyanet Yayınları, IV, 103-104. 3) “Varlık sahnesine çıkan her şey, Allah eşi ve benzeri olmayan yegane varlıktır” der. 4) “Gizli açık ne varsa her şey Sen’in bir tecellinin eseriymiş, bunu geç anladım. Beden ve canların perde arkasında var olan meğer hep Sen imişsin. Bu âlemde Sana işaret eden bir delil arama derdindeydim, ne kadar da yanılmışım, demek tüm varlık Sen’den ve tecellilerinden başka bir şey değilmiş.”