Altınoluk Dergisi, 2004 – Subat, Sayı: 216, Sayfa: 012
İtmi’nân, Kur’ânî bir kavramdır. Gönlün çalkantılardan kurtulup huzur ve sükûn bulması, kişiliğin istikrar, denge ve dinginliğe erişmesi demektir. Diğer bir ifadeyle iç huzuruna kavuşup vesvese, endişe ve havâtırdan kurtulmak ve bu sayede selâmet ikliminde huzur nefesleri alıp vermektir.
Her kulun itmi’nânı, kalbî seviyesine, idrak ve anlayış ufkuna göredir. Bir çocuk bazen bir sakızla, bazen bir oyuncak araba ile avunur ve itmi’nân bulur. Yaşı biraz ilerleyince dün tatmin olduğu oyuncak, artık onun gözünden düşer ve yeni oyuncakların peşine düşer. Beş yaşındaki bir çocuğun itmi’nân muhtevası ile, on beş yaşındaki bir gencin huzur ve sükûn muhtevâsı farklıdır. Aynen bunun gibi kalbin kemâl seviyesine göre itmi’nân ve huzur vasıtaları da kişiden kişiye farklılık arzeder. Ancak şu inceliği fark etmek gerekir ki, itmi’nân geçici bir avunma ve teselli değildir. O, yüreğin derin bir huzur ve sükûna kavuşmasıdır ki hiçbir dalgalanma böyle bir derya gönlü bulandıramaz.
Çoğu zaman bir takım tesellî ve avunmalarımız, bize itmi’nân gibi görünür. Halbuki fânî ve gel geç huzur ve sükun vasıtaları, insanı gerçek bir itmi’nâna eriştirebilir mi? Yoksa ulaştığımızı zannettiğimiz, itmi’nân görünümlü sahte huzur resimleri midir?
İnsanlardan kimi, mal ve mülkle,
Kimi, makamla,
Kimi, şöhret ve itibarla,
Kimi, oyun ve eğlence ile,
Kimi, evlâd ü iyâlle,
Kimi de köşkler ve arabalarla itmi’nân bulur, ya da bulduğunu hayal eder. Fakat bütün bunlar gerçek anlamda itmi’nân değil nefse ait bir avunma ve teselliden ibarettir.
Yüce Mevlâmız, yukarıda sayılan fânî dünyanın bir takım imkanları ile avunanlar hakkında şöyle buyurur:
“Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına (yani Hak katında pek değeri olmayan denî bir hayat tarzına) râzı olup, onunla mutmain olanlar ve âyetlerimizden gâfil olanlar yok mu, işte onların kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir!” (Yûnus Sûresi, 7-8)
Dikkat edilirse, dünyevî imkân ve varlık duygusuyla itmi’nân bulanların, îman nimetinden mahrum kimseler olduklarına işâret edilmektedir. Zira îman, özellikle Hakk’ın huzuruna bir gün varılacağı inancı bir gönülde yer ederse, böyle bir gönlün ölüm ötesi hayatı göz ardı ederek bu dünyanın gelip geçici zevkleriyle mutmain olması mümkün değildir. Dünya ile itmi’nân arayışı, ancak “bu dünya hayatından başka bir hayat yok” inancına sahip kimselerden beklenebilir. Ne var ki böylelerinin itmi’nân arayışı, nefislerinin kendi kendini kandırıp kısa süreli avunma ve teselli seanslarına erişmekten öte bir şeyle neticelenecek değildir.
Mü’min kimseler de nefislerini tezkiye sürecinde, zaman zaman nefsin avunmalarını itmi’nân gibi görme yanlışlığına düşebilmektedirler. Dünyâ ile huzur bulma ya da onunla doyuma ulaşma gayretleri, gafletin kalbî basîreti perdelemesinden başka bir şey değildir. Dünya, Mevlânâ’nın ifadesiyle mal, para ve evlad değil, seni Allah’tan alıkoyan her şeydir. Bu meyanda bazen sâdık bir rüya, bazen bir keşif ve kerâmet bile mü’min insanı tatmin ederek onu gerçek itmi’nân arayışından alıkoyabilmektedir. Menâkıbnâmelerimizde anlatılan Allah dostlarının şu ince anlayışları ne kadar ibretlidir:
Bir gün Zünnûn Mısrî –kuddise sırruh-ağlıyordu. Yâranları sebebini sordular. Dedi ki: Bu gece düşümde Mevlâ’yı gördüm. Bana dedi ki:
-Yâ Zünnun! Halkı yarattım, on bölük oldular. Dünyayı bunlara gösterdim, dokuz bölüğü dünyayı istediler. Bir bölüğü daha on bölük oldu. Cenneti bunlara arzeyledim, dokuz bölüğü cenneti istediler ve bununla müteselli oldular. Bunlardan kalan bir bölüğü de on bölük oldu. Bunlara Cehennemi gösterdim, korktular dağıldılar. Bir bölük kaldı. Bu bir bölük de ne dünyaya, ne cennete aldandılar, ne de cehennemden sakındılar.
Ben dedim ki: Ey kullarım ne dilersiniz? Cümlesi, “Bizim dileğimizi sen bilirsin!” dediler.
Yani Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını istediler.
Yüce Mevlâmız gönüllerin ancak Zât-ı ulûhiyetinin zikri ile itmi’nâna erebileceğini şöyle beyan buyurur:
“İyi bilin ki, gönüller ancak Allah’ın zikri ile itmi’nâna erer.” (Ra’d Süresi, 28)
“Zira her şeyin başlangıcı ve sonu ancak Allah’ta son bulur. Bütün sebepler O’na dayanır. Varlığı mümkün olan her şeyin meydana gelişinde ihtimaller zinciri, Allah’ta kesilir. Allah, daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi (bir kebîru’l-müteâl) olduğundan gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O’ndan ilerisi yoktur. Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korku ve ümitler son durağına dayanmış olur. Gönüller O’nun dışında hangi şeye meylederse etsin, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbirinde itmi’nânını bulamaz. Yine hiçbirisi ruhun iştiyakını dindiremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz; lezzet ve gıptada daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat kalb ilâhî marifetten zevk almaya başlayınca, bütün isteklerin ve bütün işlerin Allah’a bağlı olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir makam ve mercîye, O’nun dışında bir maksûda geçmek mümkün olmaz. Bundan dolayıdır ki, mârifetullaha yükselemeyen, Allah’ı zikretmeyen kâfir ve gâfil kalbler, hiçbir zaman ızdıraptan kurtulamaz; kalb huzuru, gönül huzuru denilen itmi’nân saadetini bulamaz; çarpınır da çarpınır.”1
Esasen gönlü Hak’tan gayrı hiçbir şey, gerçek anlamda itmi’nâna erdiremez. Müşâhedeye erişmeden nihâî anlamda itmi’nâna erişmek zordur. Zikrullah Allah’ı hatırlattığı ve kul ile Allah arasında bir akım meydana getirdiği için gönlün itmi’nâna erişmesinde önemli bir vasıtadır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî der ki: “Zikir esnasında, O mukaddes zât ile bir bağlılık hâsıl olur. Bu bağlılıktan da, sevgi doğar. Zikredenin kalbini sevgi kaplayınca, kalbde itmînân hâsıl olur. Kalbde itmînân hâsıl olması ise insanı sonsuz saâdetlere kavuşturur.”
Ayet-i kerimede işaret edilen kalblerin kendisiyle itmi’nân bulduğu “Allah’ın zikri” ifadesinden “Kur’an-ı Kerim”in kastedildiği de beyan edilmiştir ki, bu anlayış da son derece önemlidir. Zira kalbin itmi’nânı, doğru bir akîde (inanç sistemi) ile sağlanabilir. Yine aynı şekilde, insanın varlık anlayışı, dünya ve âhiret düşüncesi, diğer insanlarla ve hatta tüm kâinâtla ilişkisinin keyfiyeti, kalbin itmi’nânı ile yakından alakalıdır. Bütün bunlar ise ancak Kur’an-ı Kerim’in beyan ettiği hakikatler ile gerçekleşebilir. Bu itibarla kalblerin gerçek anlamda itmi’nâna erişebilmesi, ancak Kur’ân-ı Kerim’in beyan ettiği cihanşümül gerçeklerin, insan kişiliğinde hayat bulmasıyla mümkün olabilecektir. Sünnetullah dediğimiz kâinâta konulan ilâhî prensiplere muhalif davranan kimseler, bu halleri devam ettiği sürece, gece gündüz “Allah”ı zikretseler de gerçek huzura kavuşmaları hiçbir zaman mümkün olamayacaktır. Bu bakımdan kalplerin itmi’nânı; hem Kur’an’ın yaşanması ve hem de Allah Teâlâ’nın çok çok zikredilmesi neticesinde gerçekleşebilecektir.
Rahmân ve Rahîm olan Rabbimizden gönüllerimizi zât-ı ulûhiyetinin zikri, muhabbeti, mârifeti ve nihâyet vuslat ve müşâhedesi ile huzur ve itmi’nâna eriştirmesini niyaz ederiz. g
Dipnot: 1) Bkz. Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, IV, 2983-85.