Altınoluk Dergisi, 2006 – Mart, Sayı: 241, Sayfa: 03
Kur’ân-ı Kerim’de üç yüze yakın yerde “nefs” kelimesi geçer. Bu kelimenin lügatte ve Kur’an’da kullanıldığı mânâlar, kullanıldığı yere göre farklılık arzeder. Bu çerçevede nefs kelimesine, “bir şeyin kendi zatı, özü ve hakikati”, “ruh”, “can”, “kalp”, “kan”, “ceset” ve “benlik” gibi yirmiye yakın mânâ verilmiştir. Ancak tasavvuf literatüründe nefs denilince genel olarak, “İnsanın hakikati” ve “Kişinin kötü his ve duygularının teksifî bir şekilde bulunduğu mânevî merkez, ya da insanda bulunan gazap ve şehvet kuvvetinin ana merkezi” olarak tarif edilegelmiştir. Bu bakış açısından yola çıkılarak “Nefsini bilen Rabbini bilir” hükmü, âdetâ kâide-i külliye gibi sürekli tekrar edilegelmiştir.
İnsanın arınma ve kemâle erişme sürecinde (tezkiye) nefsin lüzumsuz isteklerine karşı direnme ve onun hile ve desiselerine karşı uyanık bulunma, felaha ermek için zaruri bir mücâhede sayılmıştır. İşte bu mücâhedenin gerekçesi mahiyetinde İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- bir hikmetinde şöyle der:
“Her bir günahın, gafletin ve lüzumsuz arzunun kaynağı, nefsini beğenmek ve ondan râzı olmaktır. Her bir taatin, basiretin, uyanıklığın ve iffetin temeli ise nefisten hoşnut olmamaktır. Nefsine karşı uyanık ve ondan hoşnut olmayan bir câhille beraber olman, kendini beğenen ve nefsinden râzı olan bir âlimle beraber olmandan daha hayırlıdır. Hangi ilim bir âlimi kendi nefsinden râzı edebilir? Böyle bir ilme, ilim denilebilir mi? Yine hangi cehâlet, sahibini nefsine karşı tayakkuza geçirip ondan hoşnutsuzluk doğurabilir? Böyle bir cehâlete cehâlet denilebilir mi?”
İnsan nefsinin mayasına, ilâhî imtihan gereği hem kötülük işleme meyli ve melekesi (fücur), hem de ondan korunma ve arınma gücü (takvâ) bahşedilmiştir. Bu sebeple tezkiye ve terbiye sürecinden geçmeyen her nefis, ham bir nefistir ve sahibine “sürekli kötülüğü emreder”. İçindeki takvâ duygusunun gücü nispetinde zaman zaman her insan “kendisini kınar”sa da bu kınama, nefsi engellemeye çoğu zaman yeterli olmaz. Nefse karşı zafer elde etmek, ancak ilâhî koruma ve yardımın kula erişmesiyle mümkündür. Bu ilâhî yardım ve rahmete nâiliyet ise sürekli Allah’ı hatırlamak, O’na sığınmak ve yine O’na karşı takvâmızın ziyâdeleşmesiyle gerçekleşebilecektir. Kur’ân-ı Kerim’de Yûsuf -aleyhisselâm- ın dilinden nakledilen şu âyette bu gerçeklere dikkat çekilir:
“Ben kendi nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, -Rabbimin rahmeti erişmeyecek olursa- olanca gücüyle kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim son derece bağışlayan ve merhamet edendir.” (Yûsuf Süresi, 53)
Nefsin bu yönünün farkında olmak uyanıklık, ondan emniyette olmak ise gaflettir. Terakkinin temeli, kendini yeterli görmemektir. Bir insanda “kemâle erdim” düşüncesinin başlangıcı, duraklamanın; bu düşüncenin devamı ise düşüşün sebebidir. Tevâzunun insanı büyütüp yüceltmesi de bu sırra binâendir.
Yüce Rabbimiz kullarının kendi kendilerini arı duru göstermelerini ve tezkiye iddialarını doğru bulmaz ve onları şöyle uyarır:
“O (Allah), sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karnında bulunduğunuz sırada bile sizin halinizi en iyi bilendir. Bunun için kendi kendinizi arı duru gösterip tezkiye etmeye kalkmayın. Zira O, kimin daha muttakî olduğunu en iyi bilendir.” (Necm Süresi, 32)
Kendini beğenme hastalığı (ucub), diğer bir ifadeyle nefisten râzı olma hali, güzellik ve kemâl arayışını durduran zehirli bir duygudur. Bu duygu, birçok günaha ve kötü ahlâka davetiye çıkarır. Nitekim bu vasıfta olan kimseler, kendinde ayıp ve kusur görmediğinden sürekli başkalarının ayıp ve kusurlarını araştırırlar. Kibirlidirler; herkesi küçük görür ve kimseyi beğenmezler. Tevbe ve istiğfâra yönelemezler. Dua ve tazarrudan nasipleri kesilmiştir. Geçimli olamazlar. Günahlarını çok küçük görürler.
Abdullah bin Mes’ud –radıyallahu anh-in şu tespiti bu gerçeğe işaret eder:
“Mü’min kendi günahına şöyle bakar: Sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür” İbnu Mes’ud bunu söylerken eliyle, şöyle diyerek, burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır.
Kur’ân-ı Kerim, nefsin hevâsına yani gayr-ı meşrû istek ve arzulara meyletme tabiatına dikkat çekerek, müminlerden uyanık olmalarını ister. Hatta hevâlarını ilahlaştıran kimselerden bahisle, nefsin sürükleyebileceği tehlike noktalarına işaret eder. Bu konuda Bel’am b. Bâurâ’nın helak seyrini şöyle bir ibret tablosu olarak gözlerimizin önüne serer:
“Onlara şu adamın (Bel’am b. Bâura) haberini de oku: Kendisine âyetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı ve şeytan onu peşine taktı; böylece azgınlardan oldu. Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı, hevâ ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, onu bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür (öğüt alır)lar.” (A’râf Süresi, 175-176)
Nefsin hile ve desiselerinin farkında olan kimse, düşmanı dışarıda aramak yerine çoğu zaman kendi içindeki düşmanı yere sermenin derdine düşer. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve selem- in “Gerçek mücâhid nefsiyle cihâd edendir” (Tirmizi) beyanına gönülden inanarak büyük bir cihada soyunur.
İnsan çoğu zaman, kendi eksik ve kusurunu küçük görür. Buna mukabil başkasındaki küçük ayıpları gözünde büyütür de büyütür. Bunun tabii bir sonucu olarak kendini düzeltme yerine, başkalarının ıslahının derdine düşer. Bu durum da nefsaniyetin gözü perdelemesinin açık bir delilidir.
Mevlânâ, “Fîhi Mâfîh” adlı eserinde bu konuya temas ederek der ki: “İnsan kendi kelinden, çıbanından iğrenmez, yaralı elini yemeğe sokar, parmağını yalar, bundan iğrenmez, midesi bulanmaz. Ama başka bir kimsede azıcık bir çıban ve ufacık bir yara görse, o yemeği artık yemez, iğrenir. İnsandaki kötü huylar da kellere ve çıbanlara benzer. Kendinde olduğu zaman, insan ondan iğrenmez, incinmez. Halbuki başka birinde ondan bir parçacık olsa, iğrenir, nefret eder. Şu halde sen ondan ürktüğün gibi, o da senden ürker ve incinirse, onu hoş gör!”
***
Nefsin gerçek mâhiyetini bilen ve ona karşı ne yapılacağının bilincinde olan kimse, zâhiri bilgi seviyesi ne olursa olsun, irfandan nasib almış ârif bir kuldur. Buna mukabil zâhiren geniş mâlumat sahibi olduğu halde, kendini beğenip nefsinden râzı olan kimse ise hakikatte irfânî bilgiden ve gerçek ilimden mahrum kalmış bir zavallıdır. Bu itibarla nefsini tanıyan bir kimseyle dostluk ve arkadaşlık, terakkiye vesile olurken, kendini kusursuz ve ayıpsız gören zâhiri âlimlerle beraberlik, insana pek de bir şey kazandırmaz. Yûnus Emre’nin şu mısraları bu gerçeğin açık bir ifadesidir:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır
İbn Atâullah –kuddise sirruh- gerçek keşif ve kerametin nefsin ayıplarını keşfetmek olduğunu bir başka hikmetinde şöyle ifade eder:
“Nefsin gizli ayıp ve kusurlarını keşfetmek, gaybî sırlara muttali olmaktan daha hayırlıdır.”
Mevlânâ Celâleddin –kuddise sirruh- da der ki:
“Kendi kusurlarını görmek, kendini ayıplamak, o ayıbın merhemi ve ilacıdır. Bir kimse işlediği suçlarla kırık ve dökük bir hale gelir ve öyle olduğuna tam olarak vicdanen inanırsa, “Bir kavmin azîzi zelîl olursa, ona acıyın!” hadisinin muhtevâsından hisse alır.”
“Daha iyi, iyinin düşmanıdır” inancıyla her zaman ve her şeyde en güzeli aramak ve ona ulaşmanın derdine düşmek ve böylece nefsinden hiçbir zaman razı olmamak, gerçek terakkînin ve ilmin en önemli alâmetidir.