Adem Ergül

Musa Efendi –k.s- hazretlerini rahmetle yâd ediyoruz. İnsanın ihyâ ve inşâsı için Herkese bir yerden ulaşmak lâzım

Altınoluk Dergisi, 2009 – Temmuz, Sayı: 281, Sayfa: 004

Sâhibu’l-vefâ Mûsâ Efendinin şu fâni âlemden Mevlâ’sına vuslatının onuncu yılını geride bırakmış bulunuyoruz. Sevenlerinin gönlünde her gün yaşamaya devam eden bu Hak dostunun yine bir Temmuz ayında dergimizin sayfalarında daha özel bir şekilde okuyucularımızla buluşmasını bir rahmet vesilesi olarak değerlendiriyoruz. Bu yazımızda onun insana yaklaşımındaki sıcaklığından, kucaklayıcılığından ve diriltici üslûbundan bahisle kendilerini hatırlayacağız.

İman, İslam ve ihsanla gönülleri deryalaşmış ve şerh-i sadra1 erişmiş Hak dostları, bir taraftan Hak adına bütün varlıkla dost olmanın zevkine ererlerken, diğer taraftan da onların mesuliyetini yüreklerinde derinden hissederler. Bu engin duygunun tabii bir sonucu olarak da muhabbet ve şefkat kanatlarını sonuna kadar açmak suretiyle, herkesi bir yerinden tutup Hak ve hakikat iklimine doğru çekmeye say ü gayret ederler.

Kendisiyle yapılan bir röportajda, ibâdet ve amel yönü zayıf bazı sanatkâr, şâir ve yazarlardan bahis açılınca Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:

“Herkesi bir yerinden tutmak lazım.”

İşte insanı ihyâ ve irşad hareketi, ancak böyle bir yaklaşımla gerçekleşebilir. Ortak bir nokta bulmak ve oradan yola çıkıp gönle ulaşmak. Mûsâ Efendi birçok konuda olduğu gibi bu konuda da son derece mâhir ve örnek bir mürşitti. Muhterem mahdumları Osman Nûri Topbaş Hoca Efendi onun bu yönüne şöyle işaret eder:

“Babamız Mûsâ Efendi, sürekli muhabbetin artmasına sebep olacak vesileler arardı. İnsanı hem gönlünün içine alır, hem de muhatabın gönlüne girmenin vesilelerini bulurdu. Meselâ kendileri yemeklerde acı biber kullanmazlardı; fakat bazen «Hacı Osman yemeklerde biber seviyor, o zaman biz de atalım» buyurarak muhabbetini izhar ederlerdi.”

Söz ve davranışlarında muhatabı dışlayıcı değil, kucaklayıcı ve kurtarıcı bir üslup gözetirlerdi. Samimiyet, muhabbet ve şefkat temelli bu yaklaşım, dönüştürücü ve ıslah edici etkisini kısa sürede gösterirdi. Bursa’lı dostlarından Muzaffer Işıkveren Beyin anlattığı şu hâdise, Mûsâ Efendinin günaha düşmüş mü’min bir kardeşine olan kucaklayıcı üslubunu ne güzel bir şekilde ortaya koyar:

“Muhterem Üstadımız Bursa’yı çok severler ve zaman zaman bir hafta-on günlük sürelerle Uludağ yolu üzerinde bulunan devlethanelerinde ikâmet ederlerdi. Tenha bir bölge olması ve o dönemde bazı anarşik hadiseler yaşanması sebebiyle de tedbir olsun için bazı kardeşlerle birlikte evin avlu kısmında geceleri nöbet tutuyorduk. Bir gece saat 03. 00 sıralarında evin avlusuna duvardan bir kişi atladı. Kapıya yöneldi, açmaya zorladı; açamayınca pencereyi yokladı. Anlaşılan niyeti kötüydü. Hemen müdahale edip yakaladım ve yere yatırıp etkisiz hale getirdim.

Üstadımız mutâdı olduğu üzere o saatlerde teheccüd ve evrâd ü ezkârını îfâ için genelde ayakta olurdu. Durumu kendilerine bildirmek istedim. Zile bastım ve az sonra kapıda göründü. Yerde yatan kişiyi görünce de durumu fark etti ve içeri geçip üzerine bir şeyler aldıktan sonra avluya teşrif etti. Yaz mevsimi olduğu için bahçedeki kamelyaya geçti ve yakaladığımız zatı da yanlarına oturtarak, onun neden böyle bir işe tevessül ettiğini sordu. O kişi de işsiz olduğunu, çocuklarının maişetini teminde zor duruma düştüğünü ifade ederek, meşrû olmayan böyle bir işe girişmek durumunda kaldığını itiraf edip özür diledi. Muhterem Üstadımız karşılaştığı bu manzara karşısında hayli üzüldü. Sonra eve girip, elinde bir tepsi yiyecekle tekrar kamelyaya geldi ve:

«– Sizin karnınız da açtır; önce karnımızı bir doyuralım» buyurdu. Sonra tatlı tatlı nasihat etti. Arkasından da bir zarf uzatarak hatırı sayılır bir miktar nakit yardımında bulundu ve:

«– Şimdilik bununla zaruri ihtiyaçlarınızı giderirsiniz. (Fakire de işâret ederek) Bu arkadaşımız da en kısa zamanda sizi bir işe yerleştirir inşallah. Bir mâniniz olmazsa her hafta bu kardeşlerin göstereceği sohbetlere de düzenli olarak devam edersiniz” diye yol gösterdi. Bununla da kalmadı, âdetâ ihsân, şefkat ve ikrâmını taçlandırırcasına:

«– Buradan evinize kadar yürüyerek gitmeniz zor olur; kardeşimiz sizi arabayla eve kadar bırakıversin» buyurdu. Bize de dönerek:

«– Kardeş! Bu arkadaşımızın durumunu ifşâ etmeyelim. Kıyâmete kadar aramızda sır olarak kalsın» tenbihatında bulundu.

İsmi bizde kıyâmete kadar mahfuz kalacak bu arkadaşımız, daha sonra bir işe yerleştirildi, haftalık sohbetlere düzenli bir şekilde devam etti ve nihâyet huzurlu bir âile hayatına kavuştu. Şimdi mânevî hal sahibi, gözü yaşlı bir kardeşimiz olarak, dostlarımız arasına katıldı elhamdülillah”.

Sadece bu hâdise bile, ondaki diriltici ve kucaklayıcı üslûbu ortaya koyması bakımından yeterlidir. Bu irşad tablosu doğru okunacak olursa, onda teenni, muhatabın problemini çözme, empatik yaklaşımda bulunma, mahçup etmeme, ayıplamama ve kurtuluş yolu gösterme gibi daha birçok zarâfet ve letâfet dolu üslup güzellikleri tespit etmek mümkündür.

Muhterem Üstaz, mü’minlerin birbirlerine karşı “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker”, yani “iyiliği emretme ve kötülükten vazgeçirme” vazifesine ehemmiyet verirler, ancak bu konuda da üslûba daha çok dikkat edilmesi gerektiğini bir hatırasını naklederek şöyle ifade ederlerdi:

“Takriben yirmi sene kadar evvel2 Eyüp Sultan Camii’nde namazımızı edâ ettikten sonra, çıkarken kapı önünde bir kadın bekliyordu. Gayet saygılı ve samimi bir şekilde yanımıza yaklaştı. Bilmediği bir şeyi öğrenmek istiyordu. Kadıncağız sualini sormadan yanımdaki yaşlı şahıs onu öyle hakaretâmiz bir şekilde azarladı ve kovdu ki, o sualini soramadan yanımızdan hemen uzaklaştı. Hürmet ve saygısının yerini kin almıştı muhakkak.

Herkesin bilgisi görüşü aynı olmadığına göre, o kadıncağızın saygı ve samimiyetinden istifâde ederek onu tenvir etmek gerekirdi. Onun soracağını iyice dinledikten sonra, önümüze bakarak tatlı bir eda ile:

«– Hemşire! Bundan sonra başını örtmeyi ihmâl etme! Bu Cenâb-ı Hakk’ın emridir ve hemşirelerimizin haysiyet ve şerefidir» denilse idi, Allahü a´lem çok tesirli olurdu. Çünkü kadın saygılı ve samimi idi.

Bu hususta çok dikkatli ve bilgili olmak gerekir. Bu vazifeyi yapan kimse, evvelâ kendi nefsini ıslâh etmeli, sonra da başkası ile meşgul olmalı. Yerinde yapılmayan müdahale, bazen zararlı bile olabilir, kaş yaparken göz çıkarılmış olur, hatta ikaz edilen muhâtabın küfrüne dahi sebep olunabilir”.

Tebliğ ve irşad adına kin dolu bakışlarla, gönüllere diken batıra batıra, Hak ve hakikati tebliğ ettiğini zanneden ham ve kaba softalara, şu Allah adamlarının nezâket ve zarâfet dolu halleri ne güzel bir numûne-i imtisaldir.

Mûsâ Efendi Hazretlerinin manevî kardeşlerine yönelik şu bakışı da, gönül iklimine kabul dairesinin enginliğine, herkesi bulunduğu hal üzere kabul etme erdemine, hem de onları merkeze doğru bir adım daha yaklaştırmanın derdinde olduğuna işaret eder:

“İhvan denince onun da hiç günahsız, her bakımdan tamamen mazbut birisi olduğu sanılmaması lazımdır. Her türlüsü var. İhvanın yüzde beş ihvan olanı da var, yüzde doksan ihvan olanı da; ama o da ihvan o da. Birisi verimlidir, kemâle ermiştir, diğeri de kemâle erememiştir. Hatta muamelelerinde bile zayıf olanlar oluyor. İhvan denilince hepsi dört başı mamur bir insan tasavvur edilemez. Gönül ister; ama öyleleri de kolay kolay ele geçemiyor”.

Allah Rasülünden verâset almış Hak dostları, işte böyle geniş bir bakış açısına ve davranış güzelliğine erişebiliyor ve nice hidâyetlere vesile olabiliyorlar. Ancak ibâdullahı istihkâr illetinden kurtulmuş gönüller, insana saygı denilen yüksek bir duyguya ve nezakete erişebiliyorlar. Muhammed İkbal’in: “İnsanın makâmı semâdan yüksektir. Eğitimin temeli ise insana saygı göstermektir” tespiti, esasen Hak dostlarının en önemli terbiye sırlarından birine işaret ediyor.

Mûsâ Efendi Hazretlerinin nazarında da her insanın ayrı bir değeri vardı. Onun değeri, şöhretinden, makamından, malından ya da nesebinden kaynaklanmıyordu; sadece Allâh’ın kulu olmak yetiyordu. Böyle bir saygıya muhatap olan sevenleri de, Üstazın gözünde ve gönlündeki yerlerini âdetâ görürler ve onun tarafından kuşatılmış olmanın sıcaklığını sürekli hissederlerdi. Mahdumları Ebûbekir Beyin muhterem refikaları Melek Hanımın anlattığı şu hâdise, onun insana verdiği değeri gösterir:

“Babamız Mûsâ Efendi, hediye vermeyi çok severlerdi. Bazen öyle olurdu ki, günde ortalama elli paket hazırlardık. Paketlerin de son derece itinâ ile yapılmasını arzu ederlerdi. Hatta paket yapmaktan yorulduğumuz zamanlar bile olurdu. Bu gibi durumlarda «Babacığım, müstahdemlere ve âile şöförümüze paket yapmadan poşetle versek olmaz mı?» diye izin istediğimizde, “Olmaz kızım, onlara da güzelce paket yapıp verelim» buyururlardı.

Yaralanmış, hastalanmış, solmuş ve hayattan ümidi kesilmiş günümüz insanının yorgun gönüllerine bir tedavi ve şevk aşısı uygulanacaksa, işte bu aşı ancak bu nevi hazık tabipler eliyle olmalıdır.

Vefatının onbirinci yılına girdiğimiz şu günlerde Rabbimizden niyazımız, Muhterem Üstazımıza ukbâ izzetini de ihsan buyurması, onu ve sevdiklerini Habib-i edibine komşu kılmasıdır…

Dipnotlar:

1) Şerh-i sadr: Göğsün genişlemesi demektir ki, küfür, şirk, nifak gibi itikadi dalâletten, kibir, haset ve kin gibi menfî duygulardan arınıp, muhabbet, şefkat ve diğerkamlık gibi güzel vasıflarla gönlün darlıktan kurtulması anlamındadır. 2) 1980’li yıllar.