Adem Ergül

Mânevî Yolculukta Gizli Tehlike İstidrâc

Altınoluk Dergisi, 2010 – Nisan, Sayı: 290, Sayfa: 026

İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- buyurur:

“Allah’a karşı isyân, edepsizlik ve daha nice kötülüklerin devam ettiği halde, O’nun sana ihsânı devam ediyorsa, bu durumdan çekin ve kork. Çünkü bu hâl, bir istidrâc olabilir. Şu âyette bu  hâle bir işâret vardır: «…Âyetlerimizi yalanlayanları bilmeyecekleri yönden derece derece (istidrâc yoluyla) azaba yaklaştırırız.» (A’râf Sûresi, 182)

el-Hikemü’l-atâiyye’den

İnsan, çoğu zaman kendi kendini aldatır. Nefsine arka çıkar ve gittiği yolun doğru bir yol olduğu hususunda, kendi gönlünü iknâ çabasına soyunur. Esasen bu çabasında çok da haklı olmadığının bir şekilde farkındadır. Ancak yine de kendi yalanını doğru saymak ve ona inanmak ister. Yaptığı hataların, isyanların, kötülüklerin ve edepsizliklerin üstünü örte örte hayatını sürdürmeye çalışır. Fakat ilâhî adâlet, onu bir gün ummadığı bir şekilde yakalar. İşte o zaman çoğu kere iş işten geçmiştir. Bu duruma düşmemek için İbn Atâullâh -kuddise sirruh- bu sırra şöyle dikkat çeker:

“Allah’a karşı isyân, edepsizlik ve daha nice kötülüklerin devam ettiği halde, O’nun sana ihsânı devam ediyorsa, bu durumdan çekin ve kork. Çünkü bu hâl, bir istidrâc olabilir. Şu âyette bu hâle işâret vardır: «…Âyetlerimizi yalanlayanları bilmeyecekleri yönden derece derece (istidrâc yoluyla) azaba yaklaştırırız.» (Kalem Sûresi, 44; A’râf Sûresi, 182)”

“Hak yolcusu bir sâlikin, edebe aykırı bir şey yaptıktan sonra, bunun manevî cezâsının tehir edilmesine aldanarak; “şayet bu yaptığım, edebe aykırı olsaydı, ilâhî yardım mutlaka kesilir ve bulunduğum manevî hâlden uzaklaştırılmam gerekirdi” tarzında düşünmesi, onun cehâletinden ileri gelir. Zira, ilâhî yardım bir şekilde kesildiği halde, o bunun farkında olmayabilir. Esasen yardım kesilmese bile, ilâhî inâyetin artık artarak devam etmemesi, cezâ olarak ona kâfîdir. Yine kendisi henüz fark etmediği halde, Hakk’ın kurbiyetinden mahrum bırakılmış da olabilir. Bu da olmasa, Allah’ın seni nefsinle yani hevâ ve arzularınla baş başa bırakması bile, aslında yeterli bir cezâdır.”

İsyan ve edebe riâyetsizlik devam ettiği halde, cezânın zâhiren geciktirilmesi durumu, “istidrâc” olarak isimlendirilmiştir. “İstidrâc”, aslında derece derece çıkarmak veya indirmek demek olup, bir kimseyi arzusuna göre bir noktaya kadar tedricen götürüp haberi olmayacak bir şekilde felâkete atmak anlamına bir deyim olmuştur ki, o kimse onu kendi yararına bir terakki, hayırlı bir gelişme zanneder. Gerçekte ise onun için o durum, bir anlamda uçuruma sürüklenmek demektir. Allah Teâlâ’nın istidrâc yapması da, uzun süre bir kimse hakkında hayırlı olmayan nimetler verip onun da bunu lutuf olarak görmesi ve kendi tuttuğu yolun kendisi için hayırlı olduğunu sanması, bundan dolayı da gitgide gurur, kibir ve taşkınlığını arttırması ve sonunda da bütünüyle hayal kırıklığına uğrayıp en acı ve en feci bir şekilde hakkında azap hükmünün gerçekleşmesidir. Dış yüzüyle lutuf gibi görünen o nimetler, esasen işin iç yüzü açısından gerçekten bir kahırdır.”1 Bu hâlin tecellisinde, kulun ilâhî uyarı ve âyetlere karşı ilgisizliği, onları görmezden gelişi ve âdetâ yalan sayması gelmektedir.

Sehl bin Abdullah et-Tüsterî -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“İsyân ve günahlara devam edip giden kimselere bazen nimetler verilmeye devam eder ve fakat onlar, nimeti görüp Rabb’e şükretme ihsânından mahrum bırakılırlar. Onlar nimetlere gönüllerini kaptırınca da o nimetleri kendilerine ikrâm edenin farkında olmazlar ve nihâyet kalpleri perdelenir. Sonra da ilâhî cezaya çarptırılırlar.”

Nitekim âyet-i kerimede bu gerçek şöyle ifâde edilir:

“(Elçilerimiz tarafından uyarıldıktan sonra insanlar) hatırlatılan (ikaz ve öğüt)leri unutunca, onlara her şeyin (her türlü imkânın) kapılarını açtık. Nihâyet kendilerine verilen (bol) şeylerle şımar(ıp günaha dal)dıkları sırada, ansızın onları yakalayıverdik de birdenbire ümitsiz kalıverdiler.” (En’âm Sûresi, 44).

Gönül duyarlılığı kalmamış ya da azalmış kimseler, kendilerine gönderilen ilâhî uyarıları gereği gibi idrâk edemediklerinden, çoğunlukla zan ve vehim üzere hareket ederler. Böylelerini şeytan ve nefsin fısıltıları da çok çabuk aldatır. Meselâ yaptıkları günah ve isyânın cezasını âcilen ve tahmin ettikleri üzere göremeyince, gafletleri daha da artar ve zamanla bu hâli normal görmeye başlarlar. Halbuki ilâhî uyarılar ve cezâlar çok farklı şekillerde tezâhür edebilir. Bunu ancak ehl-i irfân ve ehl-i basîret sezebilir.

Rivâyete göre İsrailoğullarından biri Allah Teâlâ’ya şöyle hitap ediyor:

“– Yarabbi, ben ne günahlar işledim ve sen bana onların cezasını vermedin!

Bunun üzerine Allah zamanın peygamberine şöyle vahyediyor:

“– Git ona de ki: Ben kendisine cezaların en büyüğünü verdim ama, farkında değil… Ondan gözyaşı ve duayı kaldırdım!”

Mevlânâ -kuddise sirruh- da amellerin karşılıklarının farklı farklı tezâhür edebileceğini, masiyet, günah ve edeb dışı davranışlara düşen kimselerin hakikatte ne gibi cezalara maruz kalabileceğini çeşitli benzetmelerle şöyle anlatır:

“Bil ki amel, ona verilen karşılıkla aynı renkte olmaz. Hiçbir hizmet, o hizmete mukabil verilen ücretle aynı renkte değildir.

İş, güçlükten, zordan, alın terinden ibarettir; ona verilen karşılık ise gümüştür, altındır, tabaklarla verilen ihsândır.

Sana bir yerden bir töhmet gelse, mutlaka (bil ki önceden) zulmettiğin birisi sıkıntıya düşmüş de sana beddua etmiştir.

Sen «Ben bir şey yapmadım, kimse hakkında bir töhmette bulunmadım» dersen; (yine bil ki) başka çeşit bir günah etmişsindir. Tohum ekmişsin, nasıl olur da meyve vermez?

Gönlünü inciten her gam, (önceden) içtiğin bir (kötülük) şarabının tesiriyledir.

Fakat nerden bileceksin o mahmurluk, o baş ağrısı, hangi şaraptan meydana geldi?

Bu baş ağrısının, o tanenin meyvesinden olduğunu aklı, tefekkürü olan anlar.

Hiçbir asıl, esere benzemez. Şu hâlde zahmetin ve baş ağrısının aslını bilemezsin.

Fakat (şunu bil ki) bu mücâzat ve mükâfat, bir aslı olmadan vücûda gelmez. Allah, suçsuz yere hiçbir kulunu incitmez.

Şu hâlde bil ki çektiğin zahmet, yaptığın suçun sonucudur. Sana inen bu tokat, bir şehvetten ötürüdür.

Cenâbı Hak der ki: “Ben ayıpları örtücüyüm, settârım; kulun imtihân anında onun birçok sırrını söylemem. Ancak «Allah beni yaptığım kötülüklerden dolayı hiç muahaze etmiyor» diyeni cezalandırdığımın, muâheze ettiğimin bir nişanesi şudur ki:

O, oruç tutmakta, dua etmekte, namaz kılmakta, zekât vermekte ve daha başka ibâdetlerde bulunmaktadır. Fakat (yaptığı tüm bu ibâdetlerden) ruhu bir zerre bile zevk duymaz.

İbâdetler eder, güzel işlerde bulunur. Fakat (gönlüne) bir zerrecik bile tat gelmez.

Onun birçok ibâdeti var ama (bu ibâdetlerin) mânâsı latif değil; cevizler çok ama içleri boş (neye yarar ki!)

İbadetlerin meyve vermesi için zevk (yani ibâdetlerin gönülde uyandırdığı lezzet) lazımdır.

Tohumun (filizlenip) ağaç olması için içinin olması gerek!

İçsiz tohum, hiç fidan olur mu? Cansız şekil, hayalden başka bir şey değildir.”

Allah dostlarının şu uyarıları, ne büyük bir firâset ve basîretin bir ürünüdür. İbâdet, taat ve evrâd ü ezkârını ihmâl etmeyi alışkanlık hâline getiren, muhtelif günah ve edepsizliklerini küçük görüp sonuçlarından korkmayan Hak yolcusu sâlikler için de ne ulvî bir hatırlatmadır!

Dipnot: 1) Bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV, 2342-43.