Adem Ergül

Kalplerin Kaymaması İçin

Altınoluk Dergisi, Sayı : 367 – Eylül 2016

Kalbin en önemli özelliklerinden birisi, hiç şüphesiz onun iç ve dış âmiller sebebiyle sürekli bir değişim ve dönüşüm içinde bulunmasıdır. Yûnus Emre’nin ifadesiyle:

Hak bir gönül virdi bana, hâ dimedin hayrân olur

Bir dem gelür şâdî1 olur, bir dem gelür giryân2 olur

Bir dem sanasın kış gibi, şol zemherî olmuş gibi

Bir dem beşâretten toğar, hoş bâğıla bustân olur

Bir dem gelir Îsâ gibi ölmüşleri diri kılar

Bir dem girer kibr evine Fir’avn ile Hâmân olur

Bir dem döner Cebrâil’e rahmet saçar her mahfile

Bir dem gelir gümrâh3 olur Miskin Yunus hayrân olur

İnsan ve cin şeytanlarının vesveseleri,

Terbiye ve tezkiye görmemiş ham nefsin (öz benliğin) kötülük fısıltıları,

Yaşanılan sosyal çevrenin tesirleri,

Meleğin ilhâmı ve

Bütün bunların üstünde Yüce Rabbimizin nice nice tasarrufları ile âdeta çalkalanıp duran kalbin, hakta sebat etmesini gerçekleştirmek, ancak Allah’ın lütuf ve ihsanıyla mümkün olabilecektir. Bu uğurda kula düşen vazife, Hakk’ın rahmet ve hidâyetini çekecek vesilelere sımsıkı sarılmaktır. Diğer bir ifadeyle kavlî ve fiilî dua ve niyaza yönelmektir. Biz bu yazıda kalbin hak üzere sebatı için Kur’an ve sünnetin bize gösterdiği vesileler üzerinde duracağız.

Esasen kalbin sebatına yönelik ilâhî ihsanları sınırlandırmak mümkün değildir. Çünkü Allah’ın her bir kuluna tecellisi farklıdır. Biz burada her bir kula özgü hususî ihsanlardan bahsedecek değiliz. Bu hâl, Allah ile kulu arasındadır. Biz daha çok yine Rabbimizin ve Habibinin beyanlarından yola çıkarak kalplerin sebatıyla ilgili bir takım genel esas ve prensiplere dikkat çekeceğiz.

  1. Kalp dağınıklığının, kişiyi istikrarsız bir yaşantıya sevk edeceği açıktır. Bu itibarla huzurlu bir hayat için mutmain bir gönül gerekmektedir. Bu ise her şeyden önce sıhhatli bir inanca sahip olmakla mümkündür. Binâenaleyh Allah Teâlâ’nın kalplerin sebatına yönelik en büyük lütuflarından birisi, gönderdiği elçiler ve âyetler sayesinde sıhhatli bir inanç ve amel sistemini insanlara beyan etmesidir.

Kalbin hak üzere sebatının temelini “güven duygusu” oluşturur. Kalp, taşıdığı inanç ve fikirler bakımından sağlam bir durumda ise korkudan ve sapma tehlikesinden büyük oranda emin bir konumda demektir. Fakat böyle değil de kalbe, vehim, zan, şüphe, nifâk ve vesvese gibi tutarsız düşünceler hâkim ise bu kalp, korku ve endişeden hiçbir zaman kurtulamayacak ve sürekli değişikliklere maruz kalacaktır. Binâenaleyh yegâne gerçek olan Allah’a ve O’ndan gelen hakikatlere karşı kapalı olan bir gönülde sebattan bahsetmek mümkün değildir4. Söz konusu hakikatleri kabul edenleri Kur’an’ın “mü’min” diye isimlendirmesi de dikkat çekicidir. Zira bu isim, Arapça’da emniyet ve güven anlamına gelen emn kelimesinden türemiştir5. Nitekim “Allah Teâlâ, müminleri hem dünya hayatında hem de ahirette sağlam sözle sebatkâr kılar”6 âyeti, müminlerin hak sözlerle sebatkâr kılındıklarını ifade etmektedir. Bu itibarla Allah katından gönderildiğinde şüphe bulunmayan ve gönüllerin kaymasını önleyecek birçok hakikatleri ihtivâ eden ilâhî mesajlar (Kur’ân-ı Kerim), kalplerin sebatı için kullara gönderilmiş önemli bir lütuftur, habl-i metin (sapasağlam bir ip)dir.

Kur’an’ın ortaya koyduğu Allah inancı bir gönülde yer ederse, o gönül istikrar adına  en sağlam temele dayanmış demektir. Zira Kur’an’a göre varlık âleminde yegâne otorite Allah’tır. O’nun ortağı ve benzeri yoktur. Her şeyin hazinesi O’nun katındadır. O’nun izni olmadan hiç kimse, bir başkasına fayda sağlayamayacağı gibi zarar da veremez. Allah’ın yardımına mazhar olan artık mağlup olmaz. O’nun yardımından mahrum kalan kimse ise hiçbir zaman başarıya ulaşamaz. Nimet de musibet de O’nun katındandır. Dua edene icâbet eder. Müminlerin yâr ve yardımcısıdır. Binâenaleyh böyle bir Allah’a inanan ve yalnız O’na tevekkül eden bir kalpte, lüzumsuz korkulara, vehimlere ve şüphelere yer yoktur. Artık böyle bir kalbin hakta sebat edeceği açıktır. İşte bu inancın bulunduğu kalp, “mutmain kalp” demektir. “Kalpler ancak Allah’ı hatırlamakla itmi’nân (istikrar) bulur”7 ayetinin bu gerçeği vurguladığı da söylenebilir. Nitekim Hz. Peygamber de dünyevî alakalara takılıp kalan bir kalbin, eninde sonunda kayabileceğine dikkat çekerek, kalbin sebatı için, Allah’a gerçek anlamda güven duymanın (tevekkül) zarûretine işaret etmiştir8.

Denilebilir ki kalplerin kaymasının en önemli sebebi bâtıl inanışlardır. Bu bakımdan itikadı tashih etmek (sıhhatli bir inanç sistemine sahip olmak) günümüz itibariyle de en önemli vazifedir. Nice nice fert ve toplulukların istikametten çıkmasının temelinde sapkın inanışlar ve anlayışlar neticesinde kalplerinin kayması gerçeği vardır.

  1. İnsan ve cin şeytanlarının vesveseler yolu ile kalpleri kaydırmalarına karşı yapılması gereken hemen Allah’a sığınmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

“Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Fussilet Sûresi, 36)

“Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlâhına sığınırım, diye dua et!.” (Nâs Sûresi, 1-6)

  1. Gönlün kaymasına sebep olan güçlü âmillerden bir diğeri de insanın kendi öz nefsidir. İnsanın hakikati diyebileceğimiz bu yönü, ilâhî esaslar çerçevesinde terbiye ve tezkiye görmemiş ise sahibini günahlara, masiyete ve suflî arzulara doğru sevkedecek ve kalbi kaydıracaktır. Bu iç düşmanla mücadele son derece zorlu bir mücadeledir. Bu düşmana karşı da çok yönlü bir mücâhedeye soyunmak gerekmektedir. Medeniyetimizin terbiye ocakları olan tasavvufî eğitim işte bu ihtiyaçtan doğmuştur.

Bu terbiyede öncelikle nefsin meşru olmayan arzularına karşı dur diyebilecek bir iradeyi kuşanmak gerekmektedir. Helâl sınırları içerisinde kalmasını sağlama adına aşırı ihtiraslarını sınırlandırmak ilk adımdır. Bu sınırlar helâl sınırlarıdır. Bu sınırın aşılması haramlara düşmektir. Helal mi haram mı olduğuna dair şüpheli alanlarda ise ihtiyatlı hareket edip onlara yaklaşmamak tavsiye edilmiştir.

Nefsin arzularının hangi alanlarda taşkınlık yaşayabileceğine de  âyet-i kerimede şöyle işâret edilmiştir:

“Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân Sûresi, 14)

  1. İnsanın gözünü, gönlünü ve ayağını kaydıran en büyük tuzaklardan birisi hiç şüphesiz dünyevî nimet ve menfaatlerdir. Âlim olsun, ârif olsun hiç kimse bu tuzaklar karşısında tam bir emniyet içinde değildir. Bu itibarla dünya ve nimetlerine gönlü kaptırmamak anlamında zühd hayatı teşvik edilmiştir. Derin bir âlim ve hatta keramet sahibi bir ârif olduğuna dair hakkında rivâyetler bulunan Bel’am bin Baûra’nın durumu bu konuda ibretlik bir misal olarak Kur’an’da şöyle anlatılır:

“Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.” (Araf Sûresi, 175-176)

  1. Kalplerin hak üzere sebatı için en önemli vesilelerden birisi, Peygamberler başta olmak üzere sırat-ı müstakim öncüleri olan Rabbânî âlim, ârif ve öncülerin hayatlarını daima göz önünde bulundurmak ve hatırlamaktır. Şu âyet-i kerime gönlün sebatında bu hususun da önemine dikkat çeker:

“Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbine sükûn ve sebat vereceğimiz her şeyi sana kıssa olarak anlatıyoruz.” (Hûd Sûresi, 120)

  1. Kalplerin sebatına yönelik ilâhî lütuflardan bir diğeri de Allah’ın kişiye hakkı ve sabrı tavsiye eden mümin kardeşler ihsân etmesidir. Zira insan yalnızken daha zayıftır. Nefis ve şeytan yalnız kalan kimseyi daha çabuk etkiler. Bu sebeple Kur’an, müminlerden, sâdıklarla beraber olmalarını, iyilik ve takvâda karşılıklı yardımlaşmalarını ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmelerini istemiştir. Hz. Peygamber de cemaatten ayrılmanın tehlikelerine işaret ederek, inananların bir binanın tuğlaları gibi kenetlenmeleri gerektiğini ifade etmiştir.
  2. “İnsan, nisyân (unutkanlık) ile ma‘lüldür” sözü meşhurdur. Bu sebeple zaman zaman Allah’ı ve O’ndan gelen gerçekleri unutur. Bu durumda kalpte, insan, şeytan, nefis ve çevreden kaynaklanan vesveseler, endişeler, korkular ve ümitsizlikler oluşur. Bunlar ise kalbe ızdırap veren ve onun sebatını olumsuz yönde etkileyen hususlardır. Kur’an’a göre bu halden kurtulmanın yegâne çaresi Allah’ı hatırlamak (zikrullah) ve O’na sığınmaktır. İşte Yüce Allah, kullarına olan merhameti sebebiyle, bazen emir ve yasaklarının gereğini yapmalarını istemek suretiyle, bazen de nimet ya da musibetler göndererek onlardan kendisini hatırlamalarını istemiştir9. Zaman zaman da maddî ve manevî lütuflarla gönüllerini ferahlatıp huzur ve itmi’nâna eriştirmiştir. Zikirle kalbin itmi’nânı arasında sıkı bir irtibat vardır. Hatta denilebilir ki zikirsiz itmi’nân imkânsızdır. Zira âyet-i kerime bu hakikate açıkça işaret eder:

“Dikkat edin kalpler ancak Allah’ı hatırlamakla itmi’nân (istikrar) bulur” (Ra‘d Sûresi 28).

  1. Kalplerin sebatı adına bütün vesilelere sarılmakla birlikte vesilelere değil Allah’a güvenip dayanmalı ve yalnız O’ndan yardım talep edilmelidir. Bu itibarla bu alanda en yüksek vesile, dua ve niyazlarla Hakk’a yönelmektir. İlimde derinleşmiş gerçek âlimlerin bu yolu izledikleri bize Kur’an’da anlatılmış ve onların dualarına şöylece işaret edilmiştir:

“Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Şüphesiz sen, lütfu bol olansın.”10

Dipnotlar: 1) Sevinçli. 2) Ağlayan. 3) Günahkâr. 4) bk. el-Haşr 59/14. 5) bk. Râğıb, Müfredât, s. 25; İbn Manzûr, Lisân, XIII, 21. 6) İbrâhim 14/27. Râğıb el-İsfehânî, âyette geçen “el-kavlu’s- sâbit” terkibini, “güçlü deliller” diye açıklar (Müfredât, s. 78). 7) er-Ra‘d 13/28. 8) bk. İbn Mâce, Zühd, 14. 9) el-Bakara 2/152, 154-155; Tâhâ 20/14. 10) Âl-i İmrân 3/8.