Adem Ergül

Kalp Cevherini Tanımak

Altınoluk Dergisi, 1998 – Eylul, Sayı: 151, Sayfa: 031

Kalp kelimesi, terim olarak iki manada kullanılmıştır:

Birincisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında, çam kozalağına benzeyen, yapısı, dokusu ve bizâtihî müteharrik olma gibi özellikleri itibariyle bedendeki diğer uzuvlardan farklı bulunan, ihtiva ettiği harika karıncık ve kulakcıkları, bütün damarlara merkeziyeti ve motoru içinde emme-basma pompa gibi, vucudda kan deveranını gerçekleştirmesi sebebiyle de insan hayatının devamını sağlayan özel bir et parçasıdır ki, bu organa yürek de denir. Bu kalp, tıp ilminin meşgul olduğu cismânî kalptir. Bulunduğu mekân da bellidir.(1)

İkincisi ise, birincisinin melekûti buûdu ve aynı zamanda şuur, vicdan, idrak, ihtisas, akıl ve irade gücünün yani manevî âlemimizin merkezi, mekânı belli olmayan ruhanî bir latîfedir ki, tasavvuf ehli ona “hakîkat-ı insâniyye”, filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir. İnsanın asıl hakikati de işte bu kalptir. Bu manevi yönü itibariyle insana “âlim”, “ârif”, “müdrik” denir. Allâh’a muhatap olan, sorumlu tutulan, cezâ gören, mükâfat alan hep bu nûrânî cevherdir. Umumiyetle “gönül” derken de bu ikinci kalp kastedilir.(2)

“Bu, sanki ruhumuzun bir gözüdür. Basiret bunun nazarı, akıl ruhu, irade bir kuvvetidir. Bunun ruhumuzun kendisi telakki edenler de çoktur. Kur’an’da, Kur’an ilimlerinde, din ilminde, ahlak ilminde ve edebiyatta kalp denilince bu ikinci mana kasdedilir.”(3)

Kalp için; “kabiliyetlerin toplamı” (4), “ruh ve nefis arasında insaniyeti tahakkuk ettiren nurânî bir vasıta” (5) “insanın iç dünyası” (6) şeklinde tariflere yer verildiği gibi mahalliyet itibariyle “akıl”, “fehim (anlayış)” ve “şecaat” da denilmiştir.(7)

Maddî varlığımızın hayatiyetini sürdürmesinde çok önemli bir “öz” olması itibariyle, bir et parçası olan yüreğe kalp denildiği gibi, manevî varlığımızın özü ve insanî hakikatin merkezi olması yönüyle de nûrânî ve rabbânî latîfeye de kalp ismi verilmiştir. Çam kozalağı şeklindeki et parçası olan zâhirî kalple, insanın bütün duygularının hayat kaynağı olan manevî kalp bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle içi içe olduğunda şüphe yoktur. “Göğüslerde bulunan kalplerin kör olabileceğini” (8) beyân eden âyet-i kerîmeden ve “Takvâ işte buradadır” (9) buyurarak sadra (kalbin bulunduğu yere) işâret eden Hz. Peygamber’in ifadelerinden de açıkça anlaşıldığı gibi, manevî kalple, yüreği birbirinden ayrı düşünmek, hemen hemen imkânsız gibidir. Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti biraz kapalıdır.

Kalp konusu dünden bugüne, felsefede, edebiyatta, kelâmda, ahlâk ve tasavvufta hep canlılığını korumuş ve gündemden hiç düşmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Allah’tan insana bir mesaj olduğu düşünülür ve insanın anlama, etkilenme, benimseme ve reddetme merkezinin kalp olduğu hatırlanırsa, kalbin ne derece önemli olduğu ilk nazarda anlaşılmış olur.

Kur’ân’da kelimenin yüz otuz civarında yerde geçmiş olması, kalple ilgili âyetlerin bu kadarla sınırlı olduğu anlamına gelmemelidir. Fuâd, sadr, akıl, nefs gibi kelimelerin yeraldığı ayetler kalple ilgili saymak gerektiği gibi, idrak, basiret, muhabbet, iman, inkâr, tefekkür, vahiy, ilham, zikir, azim, niyet, kin, şüphe, tevbe, takvâ, huşû, merhamet, hüzün, korku, ümit, riyâ, kibir, ihlâs, ihsan, rızâ, yakîn ve benzeri kavramlarla ilgili âyetleri de kalple ilgili kabul etmek bir hakikatin ifadesi olacaktır. Durum böyle olunca Kur’ân’ın bir çok âyetinin-îlâhî hitâbın kalbe yapıldığı da buna eklenirse bütün âyetlerin- kalple ilgili olduğunu söylersek sanırım mübâlağa yapmış sayılmayız.

Kalpte sağlıklı bir niyet olmadan yapılan amellerin, hak katında zerre kadar bile bir kıymeti olmadığı (10) kalbe girmemiş bir îmanın, sahibini mü’min saydırmayacağı (11) zâhiren müslüman gibi göründüğü halde yaptıklarını kalbi onaylamayan kimselerin Cehennem’in en aşağı tabakasında cezalandırılacakları (12), fonksiyonunu görmeyen bir kalbe sahip olanların hayvandan da aşağı bir mertebede bulundukları (13) ve en önemlisi mal ve evlâdın fayda vermediği hesap gününde, geçer akçenin “selim bir kalp” olduğu (14) gerçeği düşünülürse, kalbin dindeki yerinin ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılmış olur diye düşünüyoruz.

İşte bu sebepledir ki, Hz. Peygamber, “Dikkat ediniz, bedende bir lokmacık et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o et parçası kalptir”(15) buyurarak bedenin ve yaptığı amellerin ıslâhını ve fesâdını kalbe bağlamıştır. Yine O “Allâh Teâlâ sizin şekillerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar.”(16) sözleriyle de, insanda Allâh’ın kendisine muhatap aldığı yönünün kalp olduğuna işaret etmiştir.  Hz. Mevlânâ:

“Allah buyuruyor ki: Bizim nazarımız kalbedir; sudan, balçıktan olan sûrete değildir. Sen benim içimde kalbim var diyorsun, amma gönül arşın yücesindedir, aşağılarda değil” der, ve bu hakikati ihtar eder.

Kur’an’da kalp, îman, (17) inkâr, (18) idrak, (19) mes’ûliyyet, (20) his ve duyguların (21) merkezi olarak gösterilmiştir. “Aslında kalp, bütün dinlerde insan duyarlılığının bir merkezi kabul edilmiştir.”(22)

Kalbin onay vermediği fiillerin isabetsizliğini, Hz. Peygamberle Vâbisa b. Mâ’bed el-Esedî arasında geçen şu konuşma en açık bir şekilde ortaya koyar: “Vâbisa! Herhalde iyiliğin (birr) ve günahın (ism) ne olduğunu sormak için geldin öyle mi?” deyince Vâbisa: “Evet” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber yumruğuyla göğsüne dokunarak peşpeşe üç kez “Ey Vâbisa! Kalbine danış, kalbine…” buyurduktan sonra: “İyilik, kalbini sükünete erdiren ve sana huzur veren şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve seni tereddüde düşürendir. İnsanlar sana fetva verseler de evet fetvâ verseler de (bu böyledir)…” (23) Halk arasında çokça kullanılan “sen yine de vicdanına bir sor”, “bu işe gönlüm yatmadı” deyimleri de aynı hakikatin değişik ifadelerinden ibarettir.

“Kalp, aynı zamada metafizik âlemin hakikatlerine karşı duyguludur.”(24) “Aklın îmanla ilgili konularda sürekli sorgulamaları karşısında kalbin en üstün vasfı uysallığı ve derinden bağlılığıdır.”(25)

Kalp, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir” Allâh’ın kulu ile muamelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalp, akıl, ma’rifet, ilim, niyet, îman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesâbesindedir. Kalp ayakta ise bu duygular da hayatta sayılır; o yıkılmış veya gediklerle sarsıksa, bu latîfelerin hayatiyetinden ve devamından bahsetmek oldukça zordur.”(26) Bu yetenek bir de bozulur iş göremez hale gelirse, artık insan körleşir. “Çünkü esas kör olan gözler değil, göğüslerdeki kalplerdir.”(27)

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik; ma’rifetullâha olan isti’dadıdır. Bu da ancak kalple olur. Zira Allah’ı bilen ve O’na yakın olan odur.(28) Hadis diye rivâyet edilen bir mübarek sözde (29) kalbin bu lâhûtî yönüne işaret edilmektedir. İbrahim Hakkı Erzurûmî, o sözü nazmen şöyle anlatır:

“Sığmam dedi Hakk arz-u semâya

Kenzen bilindi dil madeninden”

Ma’rifet-i ilâhînin biricik vasıtası olması itibariyledir ki, insânî mülkün melekûtü sayılan kalp, Kâbe’den daha şerefli görülmüştür. Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî bu konuyu şöyle dile getirir:

“Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Âzerest

Dil nazargâh-ı Celîl-i ekberest”

“Mekke’deki Kâbe, Âzer oğlu Halil İbrâhim peygamberin yaptığı bir binadır. Gerçek Kâbe olan insan kalbi ise Allah’ın binası ve nazargâhıdır.” (30)

Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle; kainat manzumesi içinde birden çok ilâhın bulunması bir kargaşaya yol açacağı gibi (31) beden mülkünde de birden çok otorite dengeyi altüst etmeye yetecektir. Bu itibarla bu otorite de tektir. O da kanaatimizce insanın maddi ve manevî yapısının merkezi olan kalptir. Diğer bütün uzuvlar ve kuvvetler bu sultanın emrinde ve hizmetinde bir er olmaktan öte bir şey değillerdir. Şunu da unutmamak gerekir ki, bu sultanın da sorumlu olduğu ve tasarruflarına âmâde bulunduğu yegane merci, sultanlar sultanı Allah’tır.(32)

Konumuzu bazı büyüklerden yapacağımız nakillerle bitirelim:

“Kalp incitme, kalbi ağlatma da ne istersen yap.” (Hâfız Şîrâzî, Dîvan)

“Bilmiş ol ki, gönül aynasının hadd-ü nihâyeti yoktur.” (Mevlânâ)

“Kalbin Allâh’a vuslattan başka gıdası yoktur.” (Mevlânâ)

Rahmân ve Râhîm olan Mevlâmız, zâtına mir’ât olarak yarattığı kalplerimizi masivâ illetinden muhafaza buyursun ve bizi râzı olduğu selîm bir kalple daha dünyada iken kendine vuslatla müşerref eylediği sâlih kullarından eylesin. (Âmin)

“İlahi bize bakma; istîdad ve kabiliyetimiz olmadığına da bakma. Kendi ikramına ve cömertliğine bak ey Yüce Rabbimiz!”(33)

Dipnotlar: 1- Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dînî Kur’an Dili, c.1, s.209,210 2- Seyyid Şerif el-Cürcânî, Târîfât, s. 178; Âsım Efendi, Kâmus, I, 445; Elmalı’lı, a.g.e., c.l, s.209-211; Gazzâli, İhyâ-u Ulumiddin, c.III, s. 113; Abdürrezzak el-Kâşânî, Mu’cem-u ıstılâhâtı’s-sûfiyye (Tah. Abdulâl Şâhin), s.162. 3- Elmalı’lı, a.g.e., c.1, s.210,211. 4- Hüseyin Aydın, Muhasibi’nin Tasavvuf Felsefesi, s.47. 5- el-Kâşânî, a.g.e., s.162; Muhammed Şeyhânî, et-Terbiyetü’r-ruhiyye beyne’s-sûfiyyîn ve’s-selefiyyin, s.71. 6- Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî, Beyânu’l-Fark beyne’s-sadri ve’l-kalp ve’l-füâd ve’l-lübb, s.33; Muhammed Ali el-Cûzû, Mefhûmü’l-akl ve’l-kalp fi’l-Kur’ân’ı ve’s-Sünne, s.255. 7- Asım Efendi, Kâmus, I, 446. 8- Hac Sûresi: 22/46 9- Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 38 10- Hacc Suresi: 22/37; Mâide Suresi: 5/27. 11- Hucurât Suresi: 49/14. 12- Nisâ Suresi: 4/145. 13- A’raf Suresi: 7/179; Bakara Suresi:2/171. 14- Şuarâ Suresi: 26/89 15- Buhârî, Îmân, 39,; Müslim Musâkât, 107; İbn Mâce, Fiten, 14. 16- Müslim, Birr, 34; İbn Mâce, Zühd, 9. 17- Hucûrât Suresi: 49/14 18- Mâide Suresi: 5/41 19- A’raf Suresi: 7/179: Hac Suresi: 22/46 20- İsrâ Suresi: 17/36. 21- Hucurat Suresi: 49/7; Hac Suresi: 22/32. 22- Aydın, Hüseyin, a.g.e., 46. 23- Dârimî, Buyû , 2; Müsned IV, 228. 24- Açıkgenç, Alparslan, “Tefsir Usülünde Bütünlük Sorunu” İslâmî Araştırmalar Dergisi, sy., 3, s.99. 25- Kılıç, Sâdık, İslâm’da Sembolik Dil, 106. 26- Gülen Fethullah, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 46. 27- Hac Suresi: 22/46. 28- Gazzâlî a.g.e., 3/112. 29- “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve mahlûkâtı yarattım. Artık beni tanısınlar” Aliyyu’l-Kâri “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler” (Zâriyâtsuresi: 51/56) âyetini İbn-i Abbas gibi “beni tanısınlar” şeklinde yorumlayarak, bu sözün mana olarak sahih olduğunu söylemiştir. Bk. el,Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ II,173. 30- Mesnevi (Terceme ve şerh: Tâhiru’l-Mevlevî), VII, 700. 31- Enbiyâ suresi: 21/22. 32- Âl-i İmrân Suresi: 3/8; Enfal Suresi: 8/24; Müslim Kader, 17; Tirmizi Kader, 7. 33- Mesnevi, I, 382.