Adem Ergül

Bir Güzel Müslüman Sâhibü’l-Vefâ Mûsâ Efendi (k.s.)

Altınoluk Dergisi, Sayı : 353 – Temmuz 2015

Rabbimiz, insanı “Ahsen-i takvim”1 üzere yarattığını haber verir2. Ve yine onu, sayısız ikramları ile “Mükerrem” kıldığını yani başına kerâmet/şeref tâcı giydirdiğini beyan eder3. Ahsen-i takvim üzere yaratılması, ondaki en güzel varlık seviyesine erişme potansiyeline işaret eder. Esasen her insan, bu potansiyeli içinde (bilkuvve olarak)4 barındırır. Mükerrem kılınması ise “el-Kerim” olan Mevlâmızın nihâyetsiz ikramlarına mazhar olabilecek fırsat kapılarının kendisine açılabileceğinin açık bir müjdesidir. İnsan, bilkuvve (potansiyel) olarak sahip olduğu bu imkânları, bilfiil olarak yani elle tutulur gözle görülür bir şekilde nasıl hayata geçirebilecektir? O güzeller güzeli kıvama erişmenin, nice nice ilâhî lütufların mazharı olmanın bir yol haritası var mıdır? İşte cevabı aranacak soru budur.

Bütün âlemlerin sahibi ve terbiye edicisi olan Mevlâmız, bu sorunun cevabını hem teorik hem de pratik olarak vermiştir. O, insanı asla başıboş ve çaresiz bırakmamıştır. Peygamberlerine indirdiği kitaplar vasıtasıyla, insanın ahsen-i takvim yol haritasını apaçık bir şekilde beyan etmiş ve yine öncelikle peygamberlerin şahsında o güzelliği bir numune-i imtisal olarak göstermiştir. O güzelliğin tarih içinde sayısız örnekleri de her dönem bir şekilde müşahede edilmiştir. Zira din sadece peygamberlere has değildir. Onlar sadece o dinin numune-i imtisal olan öncüleridir. İçinde yaşadığımız şu çağda da “İslâm’ın vadettiği ölçüde bir güzel müslüman olma şansı var mıdır?” sorusunun cevabı elbette “evet” olacaktır. İslâm’ı şahsında güzel yaşayan “Muhsin kıvamında Müslüman”lar, kıyamete kadar her toplumda –Allah’ın izniyle- var olacaktır. İşte bu hakikatin delillerinden birisi, tanıyanlarının hüsn-i şehadetiyle 1917-1999 tarihleri arasında Anadolu semalarında parlayan bir yıldız gibi etrafını aydınlatan Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Topbaş Efendi hazretleridir.

Mûsâ Efendi, görenlere daha ilk nazarda “Ne güzel bir kul” dedirtecek nûrâniyete, güzelliğe ve mükerremiyete mazhardı. Bu kıvam ne ile ve nasıl gerçekleşmiştir, sorusuna “iman, İslâm ve ihsanla” diye cevap vermek, bir hakikatin tespiti olacaktır.

İnsanları karanlıklardan nura çıkarmak ve onları arı duru bir insaniyet makamına (insan-ı kâmil kıvamına) eriştirmek için gönderilen din-i mübin, Kur’ân-ı Kerim’de ve Allah Resûlünün beyanlarında genel olarak şu üç kavram çerçevesinde ifade edilir: İman, İslam ve ihsan. Bunların da her birinin kendi içinde dereceleri ve katmanları vardır. Her bir derece, insanın güzellik yolculuğunda bir adımdır. Meselâ iman, Allah Resûlü’nün ifadesiyle yetmiş küsur şubedir. İslam’ın da hem zahirimizde hem de bâtınımızda yansıması gereken nurları vardır. İhsanda ise, maiyyetten (Allah ile beraberlikten) başlayan, müşahede ile devam eden ve vuslatla taçlanan derinlikler vardır. Böyle tuğla tuğla “en güzel insan” inşa edilir.

Şimdi, çağımız şartlarında iman, İslâm ve ihsanla güzelleşme yolunu “Mûsâ Efendi” özelinde ortaya koymaya çalışacağız. Ümit ederiz ki bu keşif yolculuğu, “Muhsin bir Müslüman” olmak isteyenlere de bir işâret levhası olur.

Mûsâ Efendi –kuddise sirruh-, îmanı, yakîn derecesinde idrâk eden ve yaşayan bir insandı. O’nun her sözünde ve fiilinde bu derin îmanının tesirleri görülür ve hissedilirdi. Esasen kişinin îman derecesi, Allah’ı tanıyıp hissettiği ölçüdedir. Tasavvufun en önemli fonksiyonlarından birisi de kişide marifetullah bilgisini geliştirerek, imanı derinleştirme, yakine erdirme disiplini olmasıdır. Kendileri bu hakikati şöyle izah ederdi:

“Tasavvuf, nihâyeti olmayan bir ummandır. Bütün kâinatı içine alan ilm-i ilâhîdir (Marifetullah ilmidir.) Bu, tarif edilemez, ancak herkes nasibine, anlayışına, derecesine göre söz eder. Bu nihayetsizlik âleminde, herkes nasibine göre bilgiler elde eder. Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretlerini, kulları, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği ilim miktarında görebilir, anlayabilir. Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud’un milyarlarca kulu olduğuna göre, her kuluna tecellisi ayrıdır, milyarlarca kimsenin bu bakımdan bilgi ve imanları müsavi değildir, aynı gibidir fakat ayrıdır. Bazı kullar, bu geniş marifetullah sahasında aczini anlar. Hakkın ihtişamı karşısında gözyaşı döker, kimisi bu âlemin yaratıcısına hayran olur, kimisinin bu azamet-i ilâhi karşısında dili tutulur, konuşamaz olur, kimisinin dili açılır, devamlı Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini, lûtfunu, keremini görür, devamlı konuşur. Kimisine dağlar, tepeler, ovalar dar gelir. Kimisi ufak barakaya girer orada hayat geçirir. Kimisinin, aşk her tarafını sarar, mal, mülk, evlâd, dünya kâşâneleri istemez, yalnız tek olan Allah’ı ister. Büyük velilerin dahi nasîbleri ayrı ayrıdır. Birisine verilen diğerine verilmez, birinin bildiğini diğeri bilmeyebilir. Yalnız bu marifetullah ilmi ile şereflenenler, nihâyette, hepsi Cenâb-ı Hakk’ı bilirler, anlarlar ve bulurlar. İşte bundan sonra ne için yaratıldıklarını, Cenâb-ı Hakk’ın azametinin karşısında, kendilerine düşen kulluk vazifelerini, büyük şevk ve aşkla bilerek noksansız îfâ ederler.”

Rabbimiz “Mü’minûn Sûresi”nde, insanı felaha erdiren yani dünya ve ahiretin şerlerinden koruyup her çeşit hayırlara eriştiren kurtuluş anahtarının “îman” olduğunu, “Gerçek şu ki, müminler felah bulmuştur”5 beyanıyla kullarına ilan eder. İman gönülden başlayıp da tüm hücreleri kuşatan bir nûr olarak kişiyi kâmil bir “Mümin” haline dönüştürür ise, o kişinin ibadetlerinde huşû görüldüğü gibi, boş işlerden yüz çeviren, arınmak için sürekli bir gayretin içine giren, iffetini muhafaza eden, emanetleri yerine getiren, ahdini unutmayan bir kişilik kalitesine de erdirir6.

Mûsâ Efendi’de görülen nûrânî güzelliğin ana kaynağı, işte böyle derin bir îmandı. O îmanının her an daha da artması için Rabbine karşı sürekli bir niyaz halindeydi. Şu cümleler onun gönlünden satırlara dökülen yakarışlardan bazılarıdır:

“Rabbımız teâlâ hazretleri, şefi’ül -müznibin Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ve seçilmiş has kulları hürmetine imanımızı, îkanımızı, ihlâsımızı kendisine ve sevdiklerine karşı aşkımızı, şevkimizi takviye etsin! Dünyevî uhrevî saâdetler versin, cehennem azabından korusun!”

Ey Rabbim! Gerek vârislerime, gerek onu takip eden ve edecek olan zürriyetime de inâyet eyle. Hepsine kavî îman ver, atâlete uğrayanlardan eyleme ki bir taraftan kulluklarına devam ederken, diğer taraftan da Senin kullarına hizmet etsinler ve her an Seni tevhid edenlerden olsunlar!

Mûsâ Efendi’de Allah’a ve âhirete îman yakîn derecesinde hissedildiği gibi, Peygamberlere ve hususiyle Habibullah olan Efendimize olan îmanı bir sevdâya dönüşmüştü. Kitâbullah’a îman ise tazim ve haşyet duyguları ile onda hayat haline gelmişti. İman bu derece kavi olunca, bu kaynaklardan gelen emir, nehiy, öğüt, tavsiye ve hatta işâretler, onun yüreğinde büyük bir aşkla kabul görüyor ve hemen gereğini ifa etme azmine dönüşüyordu. Onun şu sözü ne kadar güzeldir:

“Emrin büyüğü küçüğü olmaz; emredenin büyüğü küçüğü olur. Mademki Rabbimizin ve O’nun sevgili Habibinin emridir, o zaman hiçbir emri küçük göremeyip hepsini büyük kabul etmelidir”.

Mûsâ Efendi bu sağlam temel üzerine, İslâm’ın hem zâhirî ve hem de batınî ahkâmına büyük bir aşkla sarılıyordu. Böylelikle de hayatının her alanı güzelleşiyordu. Zira İslâm bir Allah boyasıydı ve bu boyadan daha güzel bir boya da olamazdı7. Mûsâ Efendi de fıtratında güzellik arayışı coşkun bir insandı. Bu arayış onu her alanda en güzeli yakalama cehdine sevkediyordu.

İbadetlerini büyük bir şevkle ve tazimle ifa ederdi. Meselâ namazla buluşması çok derinlikliydi. Ve bu namazlar, onu hem her çeşit süfliyattan ve münkerattan korur ve hem de Rabbe kurbiyyetinin (yakınlığının) vasıtasına dönüşürdü. Sîma-ı âlîlerinde Rabbe vuslatın o eşsiz nuru pek âşikâr bir şekilde görülürdü. Namazla buluşmayı kalbî bir yenilenme fırsatı olarak değerlendirirdi. Namazı bütün benliğiyle ifa etmenin verdiği huzur hâlini onun şahsında müşahede edince, bu ibadetin güzel bir mümin olmadaki terbiyevî tesirinin ne büyük olduğunu kolayca farkederdiniz.

Her bir ibâdet, esasen farklı bir güzelliğe kapı aralayan Rabbânî bir eğitim müfredâtıdır. Zekât ve infak ibadeti, insanı hodgamlıktan kurtarıp, paylaşan, ülfet eden, seven ve sevilen ve nihâyet bereketli bir şahsiyet haline erişmeye vesile olan bir terbiye sırrıdır. Mûsâ Efendi bu ibâdeti de sadece farz düzeyinde yaşayan bir insan değil, nafilelerle de infakını kat be kat artıran bir insandı. Muhterem mahdumları Osman Nûri Efendi anlatıyor:

“Bende kendisinden kalan bir defter mevcut. Orada zekât, hayır ve hasenat notları var. Muhterem pederim, ara sıra onu -riyâ olmasın diye- yalnız bana gösterir ve açıklardı:

“Bak oğlum, zekâtım bu kadar, hayır ve hasenâtım da şu kadar…”

Her zaman hayır ve hasenâtı, zekâtına göre kat kat fazlaydı. Bunu benimle paylaşmasındaki maksat ise, aynı şekilde infaka teşvik edici bir edepti”.

Selef-i salihin derler ki: “Cömetlik, bütün güzel ahlâkın anasıdır”. İşte Mûsâ Efendi’yi güzelleştiren sırlardan biri de onun bu deryalar misali sehavetiydi. Yüce Rabbimiz birçok güzelliği infaka bağlıyor. Bu hasletten nasibi olmayanlara, sâlihlerden olma kapısını açmıyor. Yalnız kendisi için yaşayanları bodur bırakıyor. Malını ve canını adayanlar ise ölmüyor, aksine dirilikleri artıyor ve ebedileşiyor.

Hac ve cihad ibadetlerinden de Mûsâ Efendinin nasibi çoktur. Bu ibadetler de kendisine hem nezaket ve nezahet güzelliği ve hem de ümmet şuuru yüklüyor. İslâm kardeşliğini, her an iliklerine kadar hissetmesinde, imanı kadar bu ibadetlerin de etkisi pek büyüktür.

“Emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l-münker” (İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak) vazifesini büyük bir mesuliyet şuuru içinde hayat tarzı haline getirmiştir. Bu gayreti ise onun merhametinin tabii bir uzantısı olmuştur. Güzelliği sadece kendisi yaşayan değil, aynı zamanda onu çoğaltan ve büyüten bir anlayışla, etrafını âdeta bir gül bahçesine çevirmiştir. Onun bu gayretinin eserlerini, ailesinde, evlatlarında, akrabalarında ve sevenlerinde görmek bu hakikatin en güzel şahididir.

Mûsâ Efendi, İslâm’ı sadece ibadet hayatına hasreden bir kimse değildi. İslam her yerde ve en güzel bir şekilde yaşanmalıydı. Aile hayatında, akraba ilişkilerinde, ticari hayatta ve mahlukatla olan her seviyede ilişkilerde belirleyici ölçüler, İslâm ölçüleri olmalıydı. İslâm’ın var olduğu her alan billurlaşıyor ve güzelleşiyordu. Ailede huzur, akrabada muhabbet ve sürur, ticarette helal kazanç ve bereket, mahlukatla ilişkide ülfet, muhabbet ve nezaket ortaya çıkıyordu.

Mûsâ Efendiyi çok güzel bir mümin kılan ve hatta Kur’ânî ifadesiyle “Muhsin ve Muttaki Mümin” burcuna erdiren bir diğer sır da, îman ve İslâm’ın güzelliklerini “ihsan” kıvamıyla taçlandırmasıdır. Evet, “Allah’ı görüyormuşçasına yani müşâhede makamında bir kulluk” yapmayı hayatının gayesi haline getirmiş olmasıdır. Belki onun her işindeki göz kamaştırıcı güzelliğin nihâî sırrı da burada gizlidir. Zaten ihsan kelimesinin bir anlamı da bir şeyi “En güzel şekilde yapmak” demektir.

Muhterem Üstdadın bu “muhsin” kıvamına ermesinde, Yüce Rabbimizi hiç unutmamacasına bir uyanıklığa vesile olan zikr-i dâimî hâlini, tefekkür ve murakabesini de burada hatırlamak gerekir. Mürşid-i Kâmil olarak kendisine rehber kıldığı Muhterem Üstaz Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu –kuddise sirruh-’un gönül dergâhında pişmesi ve onunla aynileşmesi neticesinde, kendisinde ortaya çıkan “veraset-i peygamberî” ikram-ı ilâhisi ise güzelliğini kemâl derecesine çıkarmıştır. Şeyh Muhammed Murad el-Özbekî “Risâle”sinde der ki:

“Allah’ın mahlûkatı yaratmasındaki sır ve en büyük gaye; îmanın, İslâm’ın ve ihsânın kemâl kıvamında yaşanması suretiyle hakikate ermektir. Bu hakka’l-yakîn mertebesidir. Bu da, hakikat ehli bir mürşid-i kâmilin huzurunda in’ikas (yansıma) ve insibağ (boyanma) yoluyla bütün varlığını Allah’a kulluğa vakfetmekle gerçekleşir.”8

İşte İslâm’ın insanlığa vadettiği insanlık kalitesi, diğer bir ifadeyle güzel müminlik kıvamı budur. Nûrâniyettir; karanlığın her çeşidinden uzak, aydınlık bir kandile ve belki yıldıza dönüşebilmektir. Zira iman nûrdur, İslâm nûrdur ve ihsan nûrdur. Sözümüzü Allah Resûlünün bir duasıyla bitirelim:

“Allahım, kalbime nur ver, gözüme nur ver, kulağıma nur ver, dilime nur ver, sağımdan nur ver, solumdan nur ver, üstümden nur ver, altımdan nur ver, önümden nur ver, arkamdan nur ver. Allahım, damarıma, etime, kanıma, saçıma, tenime nur ver, nefsime nur ver; nurumu büyüt, çoğalt ve beni bütünüyle bir nur kıl.”9

Dipnotlar: 1) En güzel kıvamda. 2) Tin Sûresi, 4. 3) İsrâ Sûresi, 70. 4) Kabiliyet tohumları olarak. 5) Mü’minûn Sûresi, 1. 6) Bkz. Mü’minûn Sûresi, 1-9. 7) Bkz. Bakara Sûresi, 138. 8) Muhammed b. Abdullah Hânî, Âdâb (ter. Ali Hüsrevoğlu), s. 18-19. 9) Buhârî, Deavât, 9; Müslim, Müsâfirîn, 181.