Adem Ergül

Hikmet ve İnsan

Altınoluk Dergisi, 2005 – Mayis, Sayı: 231, Sayfa: 026

İbn Ataullah el-İskenderi’den Hikmet Damlaları

Hikmetin yegâne kaynağı olan ve güzel isimlerinden biri de “el-Hakîm” olan Yüce Rabbimiz, kendilerine hikmet verilen kimselerin gerçekten büyük bir ihsana nail olduklarını şöyle beyan eder:

“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, doğrusu ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ama imanla aydınlanmış bir idrak melekesine sahip olanların (ülü’l-elbâb) dışında, kimse bunu düşünüp anlayamaz” (Bakara Sûresi, 2/269)

Özellikle peygamberlere ve bazı Hak dostlarına lütfedilen hikmetin mâhiyeti hakkında, âlimlerimiz farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır1. Bu değerlendirmelerin büyük bir çoğunluğuna göre “hikmet”i şöyle tarif etmek mümkündür: “Herkesin kolayca keşfedemeyeceği hakikatleri, tutarsızlıktan uzak ve öz bir şekilde, söz ve amellerle ifade edebilme nimetine mazhariyettir.”  Hikmet, ilâhî bir nurla münevver olmuş bir kalbe ihsan edilen, derin bir anlayış ve keskin bir firâsettir. Bu nimete mazhariyet, nübüvvetten sonra beşeriyetin nail olabileceği en büyük ilâhî ihsanlardan biridir.

“Hikmet” kelimesi Arapça’da “hüküm” kökünden gelir. Bu durum, hikmetin hükmedici bir özelliğinin olduğuna da bir işarettir. Nitekim İbnü’l-Arabî –kuddise sirruh- bu hakikati şöyle izah eder: Hikmet özel bir bilgidir. Bu bilgiyi hikmet adını alacak şekilde özel kılan, ondaki yönlendirici ve hükmedici özelliktir. Gerçek anlamda hakîm, hikmetin bilgisine sahip olmakla kalmayıp, bu bilgiyi kullanan, uygulayan ve onunla hükmedendir. Hikmet, eşyanın değişmeyen esaslarının yahut bu esaslara dayalı ezelî nizamın ihsan edilmiş bilgisidir ve bu çok değerli özel bilgi, hikmet ehlinin (hakîm) tutum, davranış ve tercihlerinde müşahhas hale gelir. Hakîm, eşyanın düzen ve işleyişinin hikmete uygun düştüğünü, yani her şeyin bulunması gereken çizgiyi takip ettiğini bilir; bunun sonucu olarak da rızâ ahlâkını ve bu ahlâktan kaynaklanan faziletleri edinir” (bkz. el-Futuhât, I, 269-270; IV, 257-259).

“Hikmet” çok özel ve yüksek bir bilgi ve hal olduğundan, İslâm tarihi boyunca kendileri hakkında hüsn-i zan beslenilen bazı sâlihlere “Hakîm” unvanı verilmiştir. Ümmetin bu hüsn-i şehâdeti, önemli bir delildir. Kendisi hakkında hüsn-i zan beslenilen selef-i salihinden biri de Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Abdülkerim b. Atâillah el-İskenderî’dir. Kısaca İbn Ataâullah el-İskenderî diye anılır.

İbn Ataâullah –kuddise sirruh-, İskenderiye’de doğar. Zâhirî ilimlerin tahsilinden sonra, Şâzeliye tarikatının piri Ebu’l-Hasen eş-Şâzelî’nin halifesi, Ebu’l-Abbâs el-Mürsî ile tanışır ve onun sohbetlerine uzun süre devam eder. Daha sonra Kâhire’ye yerleşip vaaz ve irşada başlar. Burada yaptığı ders ve sohbetlere İmam Takiyüddin es-Sübkî ve İmâm el-Karafî gibi çok sayıda ehl-i ilim katılır. Çok etkili sohbet ve vaazları, etrafına ciddi bir cemaat toplar. Hicrî 13 Cemâziye’l-evvel 709’da da (19 Ekim 1309) Medrese-i Mansuriye’de rahmet-i Rahmân’a kavuşur. Kahire’de Karâfe mezarlığına defnedilir. Rahmetullahi aleyh.

İbn Atâullah el-İskenderî’nin en meşhur eseri, bir hikmetler mecmuası olan, “el-Hikemü’l-Atâiyye”dir. Hatta onun İslâm dünyasında şöhret bulmasını ve asırlar boyunca unutulmamasını sağlayan da zâhiren bu eseri olmuştur.

Hacmi küçük, şöhreti ve tesiri son derece büyük olan bu eserde 300 kadar hikmet dolu cümleye yer verilmiştir. Söz konusu hikmetler, Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i nebeviyye pınarından akıp gelen ve istidatlı gönülleri besleyen manevî feyz şebnemleridir.

Kitapta zikredilen hikmetleri, muhtevâ itibariyle üç kısımda değerlendirmek mümkündür:

1. Şirkin görünmeyen çeşitlerine dikkat çekip, tevhidin hakikatine işâret eden hikmetler.

2. Ahlâk-ı zemimeden nefisleri arındırıp, tezkiye noktalarını beyan eden hikmetler.

3. Seyr u sülûk diye ifade edilen vuslat yolculuğunda, uyulması gereken edeb ve ahkâmı konu edinen hikmetler.

“el-Hikemü’l-Atâiyye”nin çok sayıda şerhi vardır. Asırlar boyunca da bir çok âlim ve ârifin başucu kitabı olmuş ve sürekli okunagelmiştir. Biz de teberrük ve tefeyyüz vesilesi olur ümidiyle, bu hikmetlerden nasiplenme adına, her ay bir hikmeti siz okuyucularımızla paylaşalım istedik. Rabbimizin istifade ve istifâzaya muvaffak kılacağına inanıyor ve O’ndan bu nimeti niyaz ediyoruz.

Gönlünü diriltmek ve eşyanın hakikatine dair mârifete ermek isteyen kimseler, hikmet sofralarından beslenmelidirler. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de kendisine hikmet verildiği ifade edilen Lokman -aleyhisselâm- ın oğluna şöyle nasihatte bulunduğu rivâyet edilmiştir: “Yavrum! Hikmet ehli âlim kimselerle beraber ol ve onlardan ayrılmamaya çalış. Zira Allah Teâlâ yağmurla toprağı canlandırdığı gibi hikmet nuruyla da kalpleri canlandırır” (Ahmed b. Hanbel, Kitâbü’z-züd, Hadis no:51)

Hazret-i Mevlânâ da şöyle der:

“Ey ötelerden gelen perdesiz nûru kabul edemeyen; hiç olmazsa harşerde, kelimelerde gizlenmiş bir nûr olan “hikmet” sözlerini duy, içine sindirmeye çalış!

Ey benim canım! Sen kelimelerin içine gizlenmiş olan hikmet nûrunu kabul edecek olursan, perdeler arkasına gizlenmiş olanı da perdesiz görürsün!

O vakit, bir yıldız gibi göklerde dolaşırsın, hattâ gökyüzünün ötesinde bile, keyfiyeti bilinemeyecek mânevî bir yolculuğa çıkarsın!”

Birinci Hikmet

İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- “el-Hikemü’l-Atâiyye” adlı eserine şu hikmetle başlar:

“Kişinin yaptığı amele güvenmesinin alâmetlerinden biri de, gaşete düşüp günah işlediği zaman ümidinin azalmasıdır.”

Âyet-i kerimede “Mü’minler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar” (Âl-i İmrân 3/122) buyrularak, îman ehlinin Allah’tan gayri hiçbir şeye bel bağlamaması emredilmiştir. Mümin, kendi acziyetini ve Rabbinin izni, irâdesi ve ihsânı olmadan hiçbir şeye kâdir olamayacağını bilmesine rağmen, zaman zaman izâfî varlıkları diyebileceğimiz; mal, mülk ve evlâd gibi emânetlere güvenir ve bunlara bakarak kendini emniyette hisseder. Yine aynı şekilde ilâhî rahmetin ve cennetin, yaptığı ameller nispetinde gerçekleşebileceği zannıyla, Allah’ın fazl ve rahmetine değil de amellerine itimat eder. Bu güven sebebiyle, zaman zaman günaha düşünce ya da yeteri kadar sâlih amel işleyemediği durumlarda, ümidi sönmeye başlar. İşte İbn Atâullah, bu yanlış zanna işâret ederek, insanın ümitlerinin ve korkularının amellerine değil, Allah Teâlâ’ya yönelmesi gerektiğini hatırlatır.  Bu hikmet, Kur’ân-ı Kerim ve sünnetin işâret ettiği ince bir hakikatin çarpıcı bir şekilde ifadesidir. Nitekim Allah Resülü -sallallahu aleyhi ve selem- şöyle buyurmuştur:

(Bütün işlerinizde) orta yolu tutunuz, ne az ne de çok yaparak aşırılığa gitmeyiniz, ümitvâr olunuz ve müjdeleyiniz! Şunu bilin ki hiç kimseyi ameli cennete koyamaz.”Ashab-ı kiram:

– Sizi de mi Ya Rasulallah? dediler.

“Evet, Allah’tan bir rahmet kaplamadıkça beni de. Şunu da bilin ki amellerin Allah’a en sevgilisi az da olsa devamlı olanıdır.” (Müslim, Sıfâtu’l-münâfıkîn, 78)

Bu hikmetten anlaşılan gerçek şudur ki: Cennetin ya da yüksek makamların bedeli amel değildir. Belki amel ilâhî rahmetin celbine bir vesiledir. Bu bakımdan hiç kimse, amelini çok görüp cenneti hak edeceğini ve yüksek makamlara bu amelleri sayesinde erişeceğini düşünmemeli; aksine amellerinin ilâhî huzurda kabul edilip edilmeyeceği endişesi içinde, sürekli ilâhî rahmeti ve ihsanı niyaz etmelidir. Yine aynı şekilde yaptığı amellerin azlığına bakıp ümitsizlik girdabına da düşmemelidir. Ancak bu bakış açısı, onu amellerin değersizliği inancına da sürüklememelidir. Zira Cenâb-ı Hak, kulunun sa’y ü gayretini hiçbir zaman boşa çıkarmayacaktır. Nitekim “Zerre miktar hayır işleyen karşılığını görecek, zerre miktar şer işleyen de karşılığını görecektir” (Zilzâl Süresi, 99/7-8) buyrulmuştur. Hem ilâhî rahmete her insan değil, Allah’a karşı mesuliyetinin şuurunda olan kimseler nâil olabilecektir. Âyet-i kerimede Hak Teâlâ: “Ben dilediğim kimseyi cezalandırırım. Rahmetim ise her şeyi kaplar. Rahmetimi ise (âhirette) Allah’a karşı gelmekten korunan (müttaki), zekat veren ve özellikle bizim âyetlerimize iman edenlere nasib edeceğim” buyurmuştur. (Ârâf Süresi, 7/156)

“Yaptığınız amelleriniz karşılığında cennete girin” (Nahl Sûresi, 16/32) âyeti ile bu hikmet, zâhiren birbirine zıt gibi görünse de gerçekte öyle değildir. Zira hiçbir kul, amelini öne sürerek, cenneti hak ettiğini ifâde edemez. Bu tek taraşı bir ihsandan ibarettir. Yani kuluna amel yapmak için güç kudret, imkân, istek ve şevk veren Allah Teâlâ, lütfettiği bu amel karşılığında cenneti kuluna vermektedir ki bu, lütuf üstüne bir lütuftur. Çünkü kullarının amellerini de yaratan O’dur. Said Ramazan el-Butî bu konuyu bir misalle şöyle açıklar: Bir baba çocuğuna harçlık verir ve çocuk bu harçlıkla babasını memnun edecek bir iş yapar. Çocuğunun bu hareketinden memnun ve mesrur olan baba, çocuğunu tekrar mükâfatlandırır. Bu davranış, çocuğun söz konusu mükâfatı hak edişinden ziyade, babanın merhamet ve ihsanını gösterir.

Netice olarak ümitlerimizi ve korkularımızı, amellerimizin azlığına ya da çokluğuna değil, her şeyin sahibi olan Rabbimize yöneltmemiz gerekmektedir. İbn Atâullah –kuddise sirruh- bu birinci hikmetiyle, gönülleri gizli şirk kokusundan arındırmakta, tevhide yönlendirmekte ve nihâyet Allah’ın kullarına ümit aşılamaktadır.

Dipnot: 1) “Hikmet” kavramı hakkında yapılan değerlendirmeler için bkz. Diyanet İslam Ansiklopedisi, “Hikmet” maddesi.