Adem Ergül

“Her Öğüt Bir Hayat İksiri”

Altınoluk Dergisi, 2005 – Ağustos, Sayı: 234, Sayfa: 010

“Öğütler Pınarı”nın mütercimi Dr. Adem Ergül ile…

Efendim, sizinle, tercümesini sunduğunuz ve Altınoluk’un bu yıl okuyucularına hediye olarak takdim edeceği “Öğütler Pınarı” isimli kitap hakkında konuşmak istiyoruz. İbn Arabî’ye ait bu eserin özelliklerine ve muhtevasına geçmeden önce hakkında doğu ve batıda çok şey yazılıp çizilen müellif hakkında neler söylemek istersiniz?

– Kısaca İbn Arabî diye şöhret bulan Muhyiddin İbnü’l-Arabî -kuddise sirruh-, Endülüslüdür. Hicrî 27 Ramazan 560’da (7 Ağustos 1165), Endülüs’ün batısında bulunan Mürsiye (Murcia, Murcie) şehrinde dünyaya gelmiştir. İlim ve irfân uğruna İslâm dünyasının bir çok bölgesine seyahatler yapmıştır. Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Irak ve Suriye gibi ülkelerde ve Anadolu’nun Konya, Kayseri, Sivas, Erzurum, Diyarbakır, Urfa, Malatya gibi muhtelif şehirlerinde belli müddet ikâmet etmiş, bu bölgelerde bazen istifade eden bir tâlib, çoğu zaman da ilim ve irfan talim eden bir üstat olmuştur. İslâmî ilimlere vukufiyeti, kendisine nispet edilen ve sayıları -bazı araştırmacılara göre- beş yüzü bulan eserlerinden kolayca anlaşılmaktadır. Ancak onun esas şöhreti, Tasavvuf ilminde ve irfanında gerçekleştirdiği büyük tefekkür hamlesidir. Bu sebeple o, birçok sufî tarafından “eş-Şeyhu’l-Ekber” lakabıyla anılmıştır. Hatta tasavvuf literatüründe mutlak anlamda “Şeyh” denilince “İbn Arabî” kastedilir olmuştur. Kendisinden sonra fikirlerini savunan çok sayıda takipçisi ortaya çıkmıştır.

İslâmî kaynaklara yaklaşımındaki yorum farklılığı ve ilham, keşif, ledünnî ilim gibi manevî sahalardaki engin tecrübesi, onu farklı kılmıştır. Bu farklılık sebebiyle de doğu ve batıda çok kimsenin dikkatlerini üzerinde toplamıştır. Hatta kendisi ve eserlerini inceleme adına muhtelif araştırma enstitüleri bile kurulmuştur.

Bununla birlikte onu farklı değerlendirenler de yok değildir. İbn Arabî -kuddise sirruh-, kullandığı dili ve kavramları bilmeyenlerin eserlerini anlayamayacağına işâret etmesine rağmen, ona yönelik eleştiriler tarih boyunca eksik olmamıştır. Tercümemizin baş tarafına aldığımız “Kendi Kaleminden İbn Arabî’nin Akîdesi” bölümü dikkatlice okunacak olursa, onun ehl-i sünnet akidesine ne derece içtenlikle bağlı olduğu kolayca anlaşılacaktır.

Kendi döneminde bile farklı değerlendirmelerin muhatabı olmuş İbn Arabî, yetmiş beş yaşındayken 22 Rabîu’l-âhir 638’de (10 Kasım 1240), Şam’da vefat etmiş ve şehrin kuzeyine düşen Sâlihiyye mevkiindeki Kasyun dağı eteğinde defnedilmiştir. (Rahmetullâhi aleyh)

– Fütûhât-ı Mekkiyye’den bir bölüm olarak sunduğunuz bu eserin hangi özelliği sizleri böyle bir çalışmaya sevketti? Eserin muhtevası ve üslûbu hakkında kısaca neler söylemek istersiniz?

Tercümesini yaptığımız eser, İbn Arabî’nin 1201-1238 yılları arasında (37 sene zarfında) telif ettiği, “el-Fütuhâtü’l-Mekkiyye fî Ma’rifeti’l-Esrâri’l-Mâlikiyye ve’l-Mülkiyye” adlı 560 bölümden (bâb) müteşekkil dev eserinin son bâbı olan 560. bölümüdür. Bu bölümün başlığı şöyledir: “Bu son bölüm -Rabbimizin murâd-ı subhânîsi tahakkuk ederse- mürid, sâlik ve vâsıl-ı ilallah olmuş kimselerin ve hatta muttali olan hemen herkesin istifade edebileceği hikmet dolu tavsiyeleri muhtevidir”

Bu bölüm, ihtivâ ettiği önemli tavsiyeler sebebiyle Futuhât-ı Mekkiyye’den ayrı olarak da muhtelif yayınevleri tarafından basılmıştır.

Bizi bu bölümün tercümesine sevkeden, bir büyüğümüzün işareti olmuştur. Esere bizzat muttali olunca, onun gerçekten Türkçemize kazandırılması gereken kıymetli bir hikmetler mecmuası olduğuna yakinen şahit olduk. Zira İbn Arabî, Futûhât’ın bu bölümünde, ilâhî, nebevî ve hikemî bir çok tavsiyeyi bir araya toplamış ve bunları Mevlâ’ya vuslatı hedefleyen Hak erlerine müstesnâ bir çiçek buketi olarak sunmuştur.

Eserde tavsiyeler peş peşe sıralanmış ve belli aralıklarla “vasıyyet” başlığı konularak bazı konulara özel dikkat çekilmiştir. Her bir “vasıyyet” sadece belli bir konuya tahsis edilmemiş, o kısım içerisinde daha başka konulara da yer verilmiştir. Bu tarz bir sıralama, muhterem müellifin kendine has özel bir üslûbudur. Bizzat kendisi bu eserin (el-Fütuhâtü’l-Mekkiyye) yazılışında takip ettiği metodu şöyle açıklar:

“Bizim bu ve diğer eserlerimiz, (başka) eserlerin ve müelliflerin üslübundan farklıdır. Çünkü her müellif, kendi iradesinin (etkisi) altındadır. Zira bir müellif eserinde, kendi tercihinin sınırları içinde ve özellikle ulaştırmak istediği bilgisinin etkisinde, dilediğini ifade eder, dilediğini de etmez. Çünkü o, bilgisinin sonuçlarını yazarken, ele aldığı konunun hakikatini ortaya çıkarmak zorundadır. Halbuki bizler, eserlerimizde böyle değiliz. Bize verilen bilgiler, ancak ilâhî makamın kapısında bekleyen, kendisine o kapıdan açılacakları murâkabe eden, muhtaç ve her türlü bilgiden hâlî olan kalplere doğan bilgilerdir.”

Eserin muhtevası, müellifin Kur’an-ı Kerim’e, hadislere ve İslam büyüklerinin hayat ve eserlerine pek derin bir vukûfiyetinin en güzel şahididir. Zaman zaman âyet ve hadislere getirdiği orijinal yorumlar ise müellife ait özel keşiflerin bir işâreti sayılabilir.

İlim ve kültür tarihimizde öğüt ve tavsiyelerden oluşan çok sayıda eser kaleme alınmış. Bu yönelişi nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Esasen nasihat, tavsiye ve öğüt, dînî hayatımızın canlılığını ayakta tutan bir âb-ı hayat pınarıdır. Kur’an-ı Kerim’de Fahr-i âlem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimize hitaben: “Sen öğüt ver; zira öğüt müminlere fayda verir” buyrulurken, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve selem- de: “Din nasihattir” beyanında bulunarak dînî hayatın nasihatle ayakta tutulabileceğine dikkat çekmiştir. Lokman -aleyhisselâm-’ın oğluna yaptığı şu tavsiye de hikmet dolu öğütlerin, manevî dünyamızın inşasındaki ehemmiyetine işaret eder:

“Yavrum! Hikmet ehli âlim kimselerle beraber ol ve onlardan ayrılmamaya çalış. Zira Allah Teâlâ yağmurla ölü toprağı canlandırdığı gibi hikmet nuruyla da kalpleri diriltir”

Sizin de ifade ettiğiniz gibi İslâmî literatür içerisinde, “vesâyâ” türü çok sayıda eser telif edilmiştir. Hatta bu alanın “Vesâyâ Edebiyâtı” serlevhalı müstakil bir çalışmayı gerektirebilecek boyutlarda olduğu bile söylenebilir. “Din nasihattir” nebevî beyanından yola çıkan bu ümmetin Rabbânî âlim ve ârifleri, kendilerinden sonra gelecek nesillere bu alanda yüzlerce eseri emânet bırakmışlardır.

Hikmet dolu nasihatler, özellikle kalbi îman, ihlas ve mârifet nuruyla münevver olmuş bir gönül erinin dilinden veya kaleminden zuhur ederse, o öğütler ayrı bir ruh kazanarak muhatabını etkilemekte ve güzelliklere doğru harekete geçirmektedir. Zira her söz, söyleyenin yüreğini de içinde barındırmaktadır. Arınmış gönüllerden çıkan öğütler, diğer gönüller için bir âb-ı hayat iksiri iken, bulanık ve kararmış bir kalbin ürünü nice kelamlar, diri kalpleri bile söndürmekte, pörsütmekte ve nihayet çürütmektedir.

İşte İbn Arabî gibi bir Hak dostunun bu hikmetleri derleyip sunması, bu eserin, mümin gönüllere arı duru bir “Öğütler Pınarı” olacağı ümidini beslememize vesile olmaktadır.

Tercümede itina ettiğiniz hususlar nelerdir? Bu konuda bilgi verebilir misiniz?

–Şunu itiraf etmek gerekir ki, tercümeler, çoğu zaman mütercimin idrâkine göre eserin anlaşılmasından ibarettir. Hatasızlık iddiası haddi aşmaktır. Hele bu eser anlaşılması kolay olmayan bir müellife aitse durum biraz daha zorlaşmaktadır. Denilebilir ki tercüme, telife nazaran daha zor ve mesuliyetli bir iştir. Tercümelerde metne sadakat, akıcılığı yok etmekte ve okuyucuyu sıkmaktadır. Metinden bağımsız bir tercüme ise müellife saygıyı zedelemektedir. Bu itibarla biz olabildiğince metne bağlı kalmaya çalıştık; ancak zaman zaman maksadın anlaşılmasını kolaylaştıracağına inandığımız yerlerde nispeten daha rahat hareket ettik. Anlamakta zorlandığımız hususlarda da işin ehli kimselerin yardımına başvurmayı zaruri gördük.

Eserde öğütler, konu bütünlüğü olmasa da “vasiyyet” ara başlığı verilerek sıralanmış. Biz tercümede, her bir “vasıyyet” için o kısımda öne çıkarılan bir konuyu başlık olarak belirledik. Yani başlıklar, tamamen mütercime ait tasarruflardır. Böyle bir yol izlememizin sebebi, kitabın okunuşunda ve istifade edilmesinde bir kolaylık temin etmektir.

Tercümesini yaptığımız bölümde zikri geçen âyet ve hadislerin mümkün olabildiği kadarıyla kaynaklarına işâret ettik. Ancak itiraf edelim ki telmih yollu verilen hadis muhtevalarına ve ulaşabildiğimiz mevcut hadis kaynaklarında yer almayan rivayetlere kaynak olarak yer veremedik. Bunun bir sebebi de ehl-i hadis nazarında genel kabul görmese de, müellifin kendine has bir usulle hadis tespit ve rivâyetini belirlemiş olmasıdır. Nitekim o keşif ve ilham yoluyla mânâ âleminde Hz. Peygamberin bizzat kendisinden ilim aldığını ve zaman zaman da bazı hadis ve ahkâmın doğruluğunu bu yolla tashih ettiğini kitabının muhtelif bölümlerinde açıkça ifade etmiştir.

Şiirlerin tercümesinde zaman zaman manzum tercüme denemeleri olmuş ise de daha çok nesir tarzı bir çeviri benimsenmiştir.

İbn Arabî –kuddise sirruh- eserlerinde, muhatap aldığı kitleye göre zaman zaman farklı üsluplar gözetmiştir. Bu itibarla, kullandığı dil ve üsluba yabancı olanların eserlerini okumasının doğru olmayacağını ve hatta kendisi ve eserleri hakkında yanlış değerlendirmelere bile düşebileceğini belirtmiştir. Tercümesini sunduğumuz bölüm içinde genel itibariyle herkes tarafından anlaşılamayacak kısımlar son derece kısıtlıdır. Biz de müellifin uyarısını nazar-ı itibara alarak, kolayca anlaşılamayacak veya yanlış değerlendirmelere sebep olabilecek bazı konulara tercümemizde yer veremedik. Bu kısma işaret olması için de parantez içinde üç nokta (…) sembolünü kullandık. Okuyucularımızın bizi anlayışla karşılayacağına inanıyoruz.

– Efendim, İbn Arabî’nin hikmetler mecmuası olan bu eserinden sizi de derinden etkileyen hususlar neler olmuştur, diye bir soru yöneltsek bize neler söylersiniz?

Bu konuda çok şey söylemek mümkündür. Ancak sözü uzatmamak için bunlardan birkaçını şöyle sıralayabilirim:

Öncelikle İbn Arabî’nin Kur’an ve sünnet bilgisinin derinliği, beni hayrete düşürmüştür.

Âyet ve hadislere yaklaşımındaki hür düşüncesi ve cesareti etkilemiştir.

Engin bir gönül dünyasına sahip olduğunun açık bir nişânesi olan şu duası beni hayran bırakmıştır:

“Allah’ım, Senden ne diledimse ve neden sığındımsa bunların hepsini kendim için, anne-babam için, akrabam için, ehl-ü iyâlim için, yakınlarım ve komşularım için, Müslümanlardan benim yanımda bulunanlar için, beni tanıyanlar için, yahut da beni duyup sonra da güzellikle ananlar için, beni tanımayanlar için ve bütün bu kimselerin anne babaları, çocukları, kardeşleri, eşleri, kabileleri ve akrabaları için, mümin erkekler ve Müslüman kadınlar için ve bunlardan hayatta kalanları ve ölenleri için, benim hakkımda hayır düşünen, düşünmeyen herkes için de olmasını dilerim. Bana vereceğin her şeyi onlara da veriver. Beni muhafaza ettiklerinden onları da muhafaza ediver. Muhakkak ki Sen, her türlü hayrı hibe edip bağışlayıcı ve her zararı defedicisin. Ve Sen her şeye kâdirsin.” (El-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, IV, 553.)

Sünnete bağlılığını ve ümmet-i Muhammed’e olan sevgi ve merhametini ortaya koyan şu cümleleri de beni meftun etmiştir:

“Her hususta Resûl-i Ekrem Efendimize uymak yeni bir şey ortaya çıkarmaktan daha evlâdır. Onun koyduğu şekil en güzeldir. Zîra O, Hak Teâlâ’nın ilmine şehadet ettiği mükemmel bir âlimdir. Allah Teâlâ onu risâlet vazifesiyle görevlendirip insanlar arasından seçmiş ve bize O’na uymayı emretmiştir. Artık mümkün mertebe bid’at ortaya çıkarmaktan sakın.

Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in benzerini yapmadığı güzel bir çığır açtığın zaman, senin için onun ecriyle beraber, o çığırda yürüyenlerin kazandığı ecrin bir misli daha vardır. Fakat böyle güzel de olsa, bir çığır açmayı, Peygamberimiz böyle bir çığır açmamıştır, niyetiyle terkedersen, Habîb-i Ekrem’e olan bu tebaiyetin ecri öncekinden daha büyüktür. Zîra Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini külfete sokmaktan hoşlanmazdı. Kendisine çok soru sorulmasını da istemezdi. İstememesinin sebebi o hususta bir âyet iniverir de ümmete o âyetle amel etmek zor gelebilir endişesiydi. Yeni bir şey ortaya çıkaran kişi, ümmete yeni bir külfet yüklemiştir. Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- iyi bir çığır açma hususunda herkesten daha ilerde idi. Birçok şeyi ümmetine hafiflik olsun diye terketmiştir. İşte bu sebeple biz diyoruz ki, sünnet ortaya koymama hususunda Efendimize tabi olmak, yeni bir sünnet ortaya koymaktan ecir bakımından daha üstündür. Sen de durumunu bu söylediklerime göre düzelt…

Söz, fiil ve hal olarak Efendimizin ortaya koyduğu sünnetlerle meşgul olmak, en çok dikkat etmemiz gereken bir husustur. Durum böyle iken yeni bir sünnet (yani çığır) açmanın ne anlamı vardır? Bu nasıl doğru karşılanabilir? Bize düşen Habîb-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin sünnetlerinin dışında bu ümmete yeni yeni külfetler yüklememektir.”

Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?

Efendim, Altınoluk dergimizin ilim ve irfânı merkez edinen seviyeli bir okuyucu kitlesi olduğuna inanıyorum. Ümid ederim ki İbn Arabî gibi bir ârifin derleyip sunduğu bu “Öğütler Pınarı”, onların irfan bahçesini sulayan önemli bir kaynak olacaktır. Okuyucularımızın dualarına mazhar olmayı umuyor, siz Altınoluk ekibine de böyle bir hizmetten dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.