Adem Ergül

Haller ve Ameller

Altınoluk Dergisi, 2005 – Temmuz, Sayı: 233, Sayfa: 042

Tasavvuf kültüründe “hâl” denildiği zaman “Herhangi bir zorlama ya da özel bir çalışmaya (kesb) bağlı olmadan vehbî olarak kalbe lütfedilen marifet ve sırlar” kastedilir. İnsan hakikatinin özüne, diğer bir ifadeyle gönlüne nüzûl eden bu nevi mârifet ve sırlar, amel ve davranışların en önemli kaynağını teşkil eder. İşte bu hakikati İbn Atâullah –kuddise sırruh- şöyle ifade eder:

“Ameller, kalbe gelen hallere (vâridâta) göre şekillenir ve çeşitlenir.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde “amel” denildiği zaman, muayyen bir niyetle ortaya çıkan fiil ve davranışlar kastedilir. Niyetin çıkış yeri kalptir. Bir amelin değer ölçüsünde niyetin yeri büyüktür. Bu gerçek, nübüvvet lisanında “Ameller niyetlere göre değerlendirilir”1 şeklinde ifadesini bulmuştur. Niyetin oluşmasında ise kalbin içinde bulunduğu “hal” etkilidir. Selef-i salihin, kalbin içinde bulunduğu manevî iklimin niyetlere tesirini şöyle ifadelendirmiştir: “Sahih niyet, selîm kalbin ürünüdür.” Yani ilahî rızâya medâr olacak sâlih amellerin makbuliyet şartı olan niyetlerimiz, ancak arı duru bir kalp kaynağından süzülüp gelebilecektir. Bataklıktan billur gibi içilebilecek bir su elde etmek mümkün olamayacağı gibi, saflaşmamış, arınmamış gönüllerden de amellerimizi salaha erdirecek bir niyet iksiri çıkamayacaktır. İmam Rabbânî –kuddise sirruh-un şu ikazı da bu hakikate işaret etmektedir:

“Kalb itmi’nâna erip selîm hale gelmedikçe, kılınan namaz, tutulan oruç, verilen zekât vb. diğer güzel ameller, birer sûretten ibarettir. Yani yapılan amel ve ibadetler, gerçeklerinin yanında, âdeta ruhsuz birer resimden ibarettir. Bunların hakikatine ermek ancak kalb safâsıyla mümkün olur”

Kalb, kendisine gelen, havatır, hal ve varidât gibi bir çok misafirin kısa ya da uzun süreli olarak ağırlanıp uğurlandığı bir misafirhâne gibidir. Müsbet ya da menfî kalbe uğrayıp geçen ve hemen hemen orada hiç barınmayan vesvese türü düşünce esintilerine “havâtır” denilmiştir. Bunlardan kurtulmak kolay değildir. İnsan bu nevi esintilerden mesul olmasa da, gönlü meşgul etmeleri bakımından çoğu zaman huzursuzluk sebebidirler. Bu bakımdan özellikle nefsânî ve şeytânî bu nevi saldırılardan Hakk’a sığınmak, ilâhî bir tavsiye olarak Kur’an’da bizlere bildirilmiştir. Kalbe gelen zulmânî havatır kesilip de insanı hayra ve güzelliğe sevkeden irfânî mânâlar orada zuhur eder ve bir müddet kalırsa, buna da “vâridât” ya da “hal” denilmiştir2. Kalbin hal ve vâridât türü misafirlerinde tam bir istikrar olmasa da kalbde bulundukları ölçüde insanın amellerine yön vermektedirler. Tasavvufî eserlerde uzun uzun açıklanan; “kabz”, “bast”, “hüzün”, “şevk”, “heybet”, “üns” vb. haller, kalbe gelen vâridâta örnek olarak gösterilebilir. Misal olması bakımından “kabz” ve “bast” halinden kısaca bahsedebiliriz:

“Cismânî kalbin inkıbâz (daralıp yumulması) ve inbisâtı (açılıp genişlemesi) akciğerlerin havadan nefes alıp vermesinden, zahiren nasıl imdâd alıyorsa, bâtınen rûhânî kalb de inkıbâz ve inbisâtında, Rahmânî nefeslerin imdadından feyz alır. Enfâs-ı Rahmâniyenin çekilmesi bir inkıbâz, akışı da bir inbisât ifade eder. İnkıbâzın inbisâta intikal ettiği anlar, nefiste bir lezzet, inbisâtın inkıbâza dönüştüğü zamanlar ise bir elem olur. İnkıbâz, kalbin kendine dönüşü, elem de bu dönüş içinde yokluğu az da olsa bir tadışıdır. İnbisât, kalbin nefes-i Rahmân’a ulaşması, lezzet de bu vusul içinde varlığı bir tadışıdır. Bunun içindir ki insan, kendi kendine bırakılıverdiği zaman, pek ziyade içine kapanır, darlanır ve acı duyar da kendisini her şey zanneden o azgın insan, o anda Hak’dan azıcık bir imdâd almak için kıvrıldıkça kıvrılır. Hasılı hayat, gerek dışta, gerek içte Hak ile böyle sürekli bir alış-veriş içindedir. İnkıbâz halinin uzun sürmesi bir hastalık demek olduğu gibi inbisâtın sürüp gitmesi de bir hastalıktır. İnkıbâz-ı küllî de ölümdür, inbisât-ı küllî de. Biri boğar, biri çatlatır. Sağlıklı hayat, kalpteki inkıbâz ve inbisâtın nöbetleşe olarak sürüp gitmesinde; kâh elem, kâh haz şeklinde durmadan değişmesindedir.”3

Yûnus Emre kalbe gelen hallerin, insanı tesir altına alışını ne güzel terennüm eder:

Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur

Bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryân olur

Bir dem sanasın kış gibi, şol zemheri olmuş gibi

Bir dem beşâretten doğar, hoş bağ ile bostan olur

Bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerh eyleyemez

Bir dem cehâlette kalır, nesne bilmez nâdân olur

Bir dem gelir İsâ gibi, ölmüşleri diri kılar

Bir dem girer kibr evine, Firavn ile Hâmân olur

Bir dem döner Cebrâil’e, rahmet saçar her mahfile

Bir dem gelir gümrâh olur, miskin Yunus hayran olur4

Haller insanın sadece amellerine değil, tefekkür dünyasına ve duygu âlemine de tesir eder. Hak’dan gelen şevk ve aşk şerâresi kimini kendinden geçirir, âdetâ sorhoş eder. Gönlüne gelen vâridâta göre kimine ibâdet sevdirilir, kimine muhabbet verilir, kimine zühd ikram edilir, kimine de hikmet pencereleri açılır. Bu haller neticesinde kimi bülbül kesilir, kimileri ise gördüğü hayret karşısında dipsiz bir sükûta bürünür. Kimi beşâretten uçar, kimi de haşyetullahtan tir tir titrer durur. Kimine hüzün libası ve gözyaşı, kimine ise ümit neşesi ve irfân elbisesi lutfedilir.

Ehlullah hazerâtı, hallerin geçiciliğine işâretle “Bu da geçer yâ hû” diyerek gönüllerinde tecelli eden bu vâridâta, hikmet ve ibret gözlüğüyle nazar eder. Hiçbir hâle bağlanıp kalmazlar. “Elhamdülillâhi alâ külli hâl=Bize lutfettiği her hâle karşı her türlü hamd Allah’a aittir” duygusuyla, mânen gönül kıblegâhlarının Mevlâ olduğunu unutmamaya büyük gayret sarfederler. Rabbin rızâsı olan hallerde sebat ve istikrârı (temkin) yakalamaya ve bu hallerini makama dönüştürmeye çalışırlar. Tasavvufta makam, -farklı tarifler olsa da- esasen güzel hâlin istikrar bulmasıdır.

Kalbin emrinde birer asker olan uzuvlarımız da kalb aleminde oluşan iklime göre fiil ve davranışlara yönelirler. Bu itibarla amel ve davranışlarımız âdetâ kalp grafiğimizi oluşturur. Şekil itibariyle aynı görünen amellerimizin, gönül dünyamızdaki halimize göre dereceleri farklıdır. Bir saatlik tefekkür, kimine göre yetmiş yıllık bir ibadet sevabına eşitken, bazılarına göre de bir yıllık bir nâfile ibadet sevabına muâdildir. Kılınan bir namaz kılanın haline göre kiminde %10, kiminde ise % 90’lık bir makbûliyet ve ecir sebebidir.

Hiçbir hal, hiçbir kimseyi farz olan ibadetlerden muaf tutamaz. Farzların dışındaki nâfilelerde ise her kul, gönlündeki hâl ve marifete göre, Kur’an ve sünnet ölçüleri içerisinde, Rabbiyle özel bir bağ oluşturabilir. Bu gibi halleri sebebiyle hiçbir kul ayıplanıp yadırganamaz. Kimilerine gece ibâdeti sevdirilir; kimilerine açlık, az yemek ve oruç sevdirilir; kimilerine gece gündüz Kur’an okumak sevdirilir; kimilerine Müslümanların hizmetine gece gündüz koşmak sevdirilir; kimilerine de tefekkür ve irfân sofrası ikram edilir. Hulâsa selef-i sâlihînin ifade ettiği gibi “Allah’a giden yollar, mahlukâtın nefesleri sayısıncadır”. Herkesi bir yola sevketmek, sünnetullâhtan gâfil olmak demektir. Kimin gönlüne ne sevdirildi ise o ona kolaylaştırılacaktır. Kendi amelini ve halini üstün görüp, ibâdullâhı istihkâra yönelmek, irfân yoksulu olmanın nişânıdır. Rabbimiz Teâlâ buyurur:

“Ey îman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler, edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki alay edilenler, edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi yaralayıp karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi, ne fenâ bir şeydir! Kim böyle yapar da bu yaptığından tevbe edip dönmezse, işte onlar tam zâlim kimselerdir.” (Hucurât Süresi, 11)

Ey bizleri halden hale çeviren Rabbimiz. Bizim halimize en güzel hâle eriştir ve rızâna erdir… (Âmin)

Dipnotlar: 1) Buhârî, Îman, 41. 2) “Hal” ve “vâridât” kavramları zaman zaman birbirinin yerine kullanılmıştır. 3) Bkz. Elmalılı Muahammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II, 927-928). 4) Bazı kelimelerin açıklamaları: Hayran: şaşırmış, şaşkın; Şâdân: Sevinçli, neşeli; Giryân: Ağlayan; Beşâret: Mutluluk, müjdelenmiş olmak; Şerh etmek: Açıklamak; Nâdân: Bilmeyen, câhil; Mahfil: Toplantı yeri; Gümrâh: Yolunu kaybetmiş, sapmış, aşırı büyümüş.