Adem Ergül

Farklılıklar İçinde Vahdeti Muhafaza

Altınoluk Dergisi, 2013 – Eylül, Sayı: 331, Sayfa: 008

Tarih, nice nice savaşlara, çekişmelere, ihtilaflara şahit olmuştur. Farklı yaratılmışız. Dillerimiz, renklerimiz, zevklerimiz, hoşlandığımız ya da hoşlanmadığımız hususlar çoğu zaman birbirinden farklı. Yüce Yaratıcı, şu varlık âleminde her şeyi ile birbirinin aynı bir ikiz yaratmamış. Aynı dili konuşsak da tonumuz farklı. Şeklimiz benzese de özümüz farklı. Varlık hamurumuz böyle yoğrulmuş. Tek tek ve özel yaratılmışız. Bu yüce hakikat, hiç şüphesiz O’nun kudret ve azametini gösteren sayısız delillerden biri. Farklılıklar içinde de bizden bir şey istenmiş; sulh-u selâmeti muhafaza. Ülfet eden ve ülfet edilen kimseler olmak. Kaynaşmak ve hatta kardeşleşmek. Kan dökücü, fesat çıkarıcı, bölücü parçalayıcı, birbiriyle didişen, fırkalaşan değil, birleştirici ve ıslah edici şerefli bir ümmet olmak. Peki insan ya da insanlar neden birbirinin kanını dökerler? Neden dost değil de düşmana dönüşürler? Yaşadıkları dünyayı cennete çevirmek varken, neden cehenneme dönüştürürler? Evet, Rabbimiz bunların sebeplerini bize tek tek haber verir. İnsanın çekememezliğini, hırsını, sınır tanımaz arzularını (hevâsını), güce erişince zulme sapışını, ilahlaşma temâyülünü, kibrini, bencilliğini, başkalarını köleleştirme mantığını, farklılıkları hazmedemeyişini, kendini beğenmişliğini, çokluk yarışını, övünme duygusunu ve buna benzer daha bir nice hastalığa ve hamlığa dikkat çeker. Bazen kıssalarla anlatır bu gerçekleri: Babamız Hz. Âdem’in çocukları, Kâbil ile Hâbil arasındaki düşmanlık sebebi olarak Kâbil’in hasedini nazara verir. Hz. Yûsuf -aleyhisselam- ile kardeşleri arasındaki anlaşmazlığı da çekememezliğe bağlar. Malıyla güce kavuşan Karun’un etrafına üstten bakışına dikkat çeker. İktidarıyla güce erişen Firavun’un zulmüne ve ilahlaşma arzusuna vurgu yapar. Hak dini tebliğ eden peygambere düşmanlık edenlerin, iktidarı kaybetme duygularına ve hazmedemeyişlerine işaret eder. Ham insan, vahyin ateşinde olgunlaşmamış, duyguları incelmemiş, terbiye görmemiş kaba kişilikler var olduğu sürece, bu düşmanlıklar da kıyamete kadar var olmaya devam edecektir. Öyleyse bütün insanların topluca sulh ve selâmete erişmesi, arı duru olması mümkün müdür? Rabbimiz dilerse, evet. Ancak O, cebrî (zorunlu) olarak böyle bir irâdede de bulunmamıştır. Kullarının içinde Hak ve hakikate âşina olanların birlik olup, yeryüzünde hakkı ve adâleti tesis etmelerini istemiştir. Bu nasıl gerçekleşebilecektir? Diğer bir ifadeyle, farklı temâyüller anaforunda vahdeti/birliği bulmak mümkün müdür? Bunun esasları nasıl belirlenecektir? Böyle bir cemaat/devlet/millet/ümmet teşekkülü oluşturma sorumluluğunu bugün kimler üstlenecektir? İşte büyük mesele! İşte büyük dava budur: Yeryüzünde Hak ve hakikatin hakimiyetinin tesisi sorumluluğu. Evet, insanlığı şekil ve mahiyet farklılığını ortadan kaldırmak suretiyle ülfet ettirmek, kaynaştırmak, kardeşleştirmek mümkün değildir. Arzuları tekleştirmek de imkansızdır. Öyleyse ortak değerler etrafında bir araya gelmek ve böylece “Değerler toplumu”, diğer bir ifadeyle “Faziletler Toplumu” oluşturmaktan başka bir çözüm de söz konusu değildir. Zaaflarla ma’lül olan insanlık, kendi kendine böyle bir fazilet toplumu oluşturabilir mi? Belki bozulmamış fıtratların vicdanlarında böyle bir değerler sistemi oluşabilir; fakat herhangi bir tesir altında kalmadan, böyle vicdanları bir araya toplamak ve vicdanlarının sesini ilan edip prensipler manzûmesi haline getirerek, onları hâkim kılmak imkânsız gibidir. Nitekim bugün oluşturulan bu nevi birliklerin (Birleşmiş Milletler vb.) ikiyüzlülükleri ve güçlüden ve menfaatten yana tavır alışları, böyle bir düşüncenin kağıt üzerinde satırlardan ibaret olduğunu apaçık bir şekilde bütün dünyaya göstermiştir.


Öyleyse yapılması
gereken nedir?

Öncelikle şunu ifade edelim ki, bütün peygamberlerin getirdiği hakikatler, yeryüzünde sulh ve selâmeti oluşturacak faziletler medeniyetinin ilâhî prensipleridir. Elbette bu prensipleri tek tek bütün insanlar kabul etmeyecektir. Ancak bu prensipler etrafında birbiriyle kenetlenmiş güçlü bir ümmet/millet oluşturulabilir ve bu topluluk da yeryüzünde hâkim olursa, işte o zaman tam bir adaletten ve sulhten söz etmek mümkün olacaktır. Böyle bir ümmetin teşekkülünü oluşturmak, insanlık ailesinin en büyük sorumluluğudur. Böyle bir birliği parçalayacak her çeşit, çekişme, didişme ve ihtilaf ise en büyük günahlardan biridir.

Elimizde Rabbimizden gelen en son değerler manzumesi olan Kur’ân-ı Kerim mevcuttur. Bu kitaba sahip olan kimseler, sadece kendileri için değil; tüm insanlık için var olmalıdırlar. Zira Kitabın sahibi olan Mevlâmızın muradı budur: “Siz tüm insanlık için oluşturulmuş bir ümmetsiniz” buyrulmuştur. Bu sorumluluğu yerine getirme adına “marufu (iyi, güzel ve doğru olanı) hakim kılacak ve münkeri (kötü, çirkin ve yanlış olanı) bertaraf edeceksiniz”. Bunun için de “safınızı bozmayacak, kardeşliğinizi zedelemeyecek ve var gücünüzle kuvvetli ve kudretli olacaksınız”. Bir ve beraber olmanın en önemli anahtarı, Kitâbullah’tır. Onun ortaya koyduğu değerler sistemine sımsıkı sarılmak gerekmektedir. Burada fırkalaşmak, bütünlüğü bozmak, dini parçalara ayırmak ve din adına oluşan mezhebi, meşrebi, kanaati, tarikati, cemaati ve görüşleri, dinin zenginliği olmaktan çıkarıp, ümmet mozayiğini parçalayıcı sebeplere dönüştürmek ve bu konuda taassup illetine saplanmak, öncelikle ümmete, sonra da insanlığa karşı işlenmiş olan en büyük cinayettir. Böyleleri yeryüzünde işlenenen her cinayetten ve zulümden kusuru nispetinde pay sahibidirler. Bunun cezasını hem dünyada hem de ahirette acı bir şekilde çekeceklerdir. Rabbimiz bu acı sonu şöyle haber verir:

“Kendilerine apaçık deliller (hak ve hakikate dair mesajlar) geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte böyleleri için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 105)

Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (Ey Resûlüm senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir. (En’âm Sûresi, 159) Din adına ayrı ayrı durup İslâm ümmetini zaafa uğratanların Peygamberle ilişiği kesiliyorsa, düşünmek gerekir ki, bir de dünya adına, menfaatleri adına, iktidar adına, müminler arasındaki birliği, beraberliği bozmanın, kişiyi ya da kişileri nerelere savuracağını iyi düşünmek gerekir. Birlik sabır ister, fedâkârlık ister, paylaşmak ister, affedicilik ister, ayıp örtücülük ister, yutkunmak ister, îsar ister, Hak ve hakikate teslimiyet ister. Vahdetin en büyük düşmanı, haset ve bencilliktir. Kendini ümmete nispet eden kişiler ve gruplar, bu iki illetten kurtulunca Rabbimizin rahmetine nail olacak ve kazanan bütün insanlık olacaktır. Yalnız kendisi için yaşayanlar, sadırları (gönülleri) dar kimselerdir. Halbuki iman, sadırları genişleten bir nûr-i ilâhîdir. Gönlünde darlık hissedenin imânında zaaf vardır.