Adem Ergül

Evrâd ü Ezkârâ Tazim

Altınoluk Dergisi, 2010 – Aralık, Sayı: 298, Sayfa: 044

İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sirruh- buyurur:

“Vird,  Hakk’ın senden istediği, vârid ise senin O’ndan beklediğin şeydir. Senin O’ndan istediğinin kıymeti ile, O’nun senden beklediği şeyin kıymeti hiçbir zaman aynı değildir.”

 el-Hikemü’l-atâiyye’den

Yüce Mevlâmız, kulunun yaptığı hiçbir ameli karşılıksız bırakmamıştır. Hatta en az on katı ile karşılık vereceğini Kur’ân-ı Kerim’in muhtelif âyetlerinde açıkça beyan etmiştir. “Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim” (el-Bakara, 152) buyurmakla da, evrâd ü ezkâra1 ehemmiyet veren kullarına husûsî ihsânlarının daimî bir sûrette devam edeceğini müjdelemiştir. Bu âyetin tefsirinde Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır der ki:

“Beni zikrediniz, layıkıyle anınız ki, ben de sizi bana layık bir anışla anayım, imdâd ve yardımımı devam ettireyim. Bu cümleden olarak:


Beni, bana itaatla zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim.


Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim. Yani “Bana dua ediniz ki, duanızı kabul edeyim.”


Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.


Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi ahirette zikredeyim.


Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim.


Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi belâ ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim.


Beni ibâdetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim.


Beni, benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim.


Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.


Beni önceden ilâhlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim2.

Kuldan Hakk’a yükselen ibâdet, taat, istiğfâr ve zikirlere genel olarak “evrâd ü ezkâr” denildiği gibi, Hak’tan kuluna lutfedilen ihsanlara da umûmiyetle “vâridât-ı ilâhiyye” denilmiştir. Yakîn3, itmi’nân4, rızâ, teslimiyet, müşâhede, mârifet, keşif ve ve kerâmet gibi daha nice ihsanlar vardır ki, daha dünyada iken kula ikrâm edilen bu nevi mevhibelerdir. Evrâd, kula ait bir vazifenin îfâsı iken, vâridât, Hakk’ın kuluna atâsı ve yüce bir ikrâmıdır. Virdlere, vâridât hatırına yönelmek ve virdden ziyâde vâridâta değer vermek, Hak yolcularının çoğu zaman içine düştüğü büyük bir gaflet tezâhürüdür. İşte İbn Atâullâh –kuddise sirruh- bu inceliğe dikkat çekerek buyurur ki:

“Vâridât-ı ilâhiyye, âhiret yurdunda da bulunduğu halde, (ecir kazandıran) evrâd ü ezkâr, sadece bu dünyada bulunur ve dünya hayatının sona ermesiyle de son bulur. Esasen en çok itina edilmesi gereken hususlar, elden kaçınca bir daha telafisi olmayan şeyler olmalıdır. Diğer taraftan evrâd ü ezkâr,  Hakk’ın senden istediği şeydir. Vâridât-ı ilâhiyye ise senin O’ndan beklediğin şeydir. Senin O’ndan istediğinin kıymeti ile, O’nun senden beklediği şeyin kıymeti hiçbir zaman aynı değildir.”

Evrâd ü ezkârı küçük gören ve vâridât için virde sarılan kimseler hakkında: “Böyleleri Hakk’ın değil, vâridâtın kulu hükmündedir”denilmiştir. Zira Allah’a kulluğu esas alan kimseler nazarında, Hakk’ın dışındaki her şey, mâsivâ hükmündedir ve gönülde değer vermeye gelmez. Bu itibarla kul, kendisinden beklenene kilitlenmeli, kendisine verilecek olana değil, tavsiyesinde bulunulmuştur.

Rivâyete göre Cüneyd-i Bağdâdî –kuddise sirruh- ölüm döşeğinde iken bile evrâd ü ezkârına devam ediyordu. Kendisine bunun sebebi sorulunca buyurdular ki:

−  «İşte görüyorsunuz ömür defteri kapanmak üzere. Evrâd ü ezkâra benden daha fazla kimin ihtiyacı olabilir ki?»

Kendisine denildi ki:

− «Efendim bazı kimseler diyorlar ki: Biz öyle bir hâle vâsıl olduk ki, artık bizden mükellefiyet (ibâdet sorumluluğu ve kulluk vazifeleri) düşmüştür.» Bunun üzerine de buyurdular ki:

− «Evet onlar vâsıl oldular ama, vâsıl oldukları yer cehennemin tam ortasıdır.»

Yine bir gün  Cüneyd –kuddise sirruh- Hazretlerini elinde tespihle gördüler ve kendisine:

− «Efendim, siz bu şerefe ve makâma erdiğiniz hâlde, hâla tesbihle mi meşgul oluyorsunuz?» diye sordular. Bunun üzerine de buyurdular ki:

− «Elbette! Biz her neye vâsıl olmuş isek bu evrâd ü ezkâr sayesinde vâsıl olduk; onu asla terk edemeyiz.»

Bilinmelidir ki, evrâd ü ezkârın makbûliyet ve bereketi, ona gösterilen, edep, tazim ve itinâ ile doğru orantılıdır. Evrâdda en büyük edep ise, gönlü mâsivâ denilen dış alakalardan temizleyip yalnız Hakk’a yönelerek yerine getirilebilmesidir. Hatta denilebilir ki: Tazarru ve niyaz duyguları içinde, korku ve ümit dolu bir gönülle îfâ edilen evrâd ü ezkârın bizzat kendisi, bu hâliyle bile vâridât-ı ilâhiyye’nin bir tezâhürüdür. Yüreklerde ilâhî azamet ve mârifet duygusu derinleştikçe, evrâd ü ezkâra ehemmiyet ve tazim de aynı oranda artacaktır. Evrâd ü ezkârın ihmâli, kişinin Hak katında ihmâle uğradığının bir alâmeti olduğu gibi ona gerekli itinâyı gösterememek de mânevî düşüş emâresinden başka bir şey değildir.

Dipnotlar

1  “Vird”, Kur’ân-ı Kerim kıraati, nâfile ibâdetler, muayyen dua ve zikirlerden oluşan bir takım sâlih amellerin, belirli vakitlerde düzenli olarak icrâ edilmesidir. Çoğulu “evrâd”dır ki, dilimizde daha çok “evrâd ü ezkâr” terkibiyle kullanılmıştır.

2  Bkz. el-Bakara 152. Âyetin tefsiri.

3  Yakîn: Gözle görmekten daha öte bir bilgi seviyesine erişmek demektir ki, bu bilgide herhangi bir şüpheye yer yoktur.

4  İtmi’nân: Gönlün huzura ermesi, şek ve şüpheden arınıp sukûna kavuşmasıdır.