Adem Ergül

Bu da Geçer Yâ Hû!

Altınoluk Dergisi, 2011 – Haziran, Sayı: 304, Sayfa: 048

Bütün âlemlerin mürebbisi olan Rabbimizin, kullarını terbiye sırlarını gereği gibi kavramak zordur. Keskin bir firâset ve basiret, derin bir hikmet ve yine engin bir irfân ister. Hüsn-i zannımız odur ki, İbn Atâullah el-İskenderî -kuddise sirruh-, ümmetin şehadetiyle hiç şüphesiz bu bahtiyarlardan biridir. Yukarıda verdiğimiz bölümde onun dikkat çektiği Rabbânî hikmet, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına yönelik terbiye ve tezkiye sırlarından bir sırra işâret etmektedir diyebiliriz.

Bu hikmetin kaynağı diyebileceğimiz âyet-i kerimenin meâli şöyledir:

“Darlık (kabz) veren de, bolluk (bast) veren de Allah’tır. Siz (her an) yalnız O’na döndürülüyorsunuz” (el Bakara 245).

Âyet-i kerimenin metninde zikredilen “kabz” ve “bast” kavramları hakkında, özellikle sûfîler geniş açıklamalarda bulunmuş ve bu hâlleri, Hakk’a vuslat yolunda, gece ile gündüz gibi insanın gönül âlemine sık sık misafir olan iki ayrı durum olarak izah edegelmişlerdir. “Kabz” kavramı, gönlün daralması, iç âlemin donuklaşması, celâl tecellîlerinin daha da belirginleşmesi neticesinde, korku ve tedirginlik hâlinin ortaya çıkması şeklinde tarif edilirken, “bast”ise , iç dünyamızın feraha kavuşması, huzur, zevk ve şevk hâlinin gönle hâkim olması ve cemâl tecellîlerinin zuhûru karşısında ümit dalgalarının harekete geçmesi olarak açıklanmıştır.

Büyük müfessir Muhammed Hamdi Yazır da, kendine has üslûbu ile, söz konusu âyet-i kerimenin tefsirinde, bu iki hâlin insan hayatındaki tesirini şöyle beyan eder:

“Cismânî kalbin inkıbaz (daralıp yumulması) ve inbisâtı (genişleyip yayılması) akciğerlerin havadan nefes alıp vermesinden zahiren nasıl bir yardım alıyorsa, bâtınen ruhanî kalb de, inkıbaz ve inbisâtında, enfâs-ı Rahmâniyenin (Rahmânî nefeslerin, ilâhî rahmet ve feyizlerin) imdadından öylece feyz alır. Enfâsı Rahmâniyenin çekilmesi bir inkıbaz, akışı da bir inbisât ifade eder. İnkıbazın inbisâta intikal ettiği anlar, nefiste bir lezzet, inbisâtın inkıbaza dönüştüğü zamanlar ise bir elem olur. İnkıbaz, kalbin kendine dönüşü, elem de bu dönüş içinde yokluğu az da olsa bir tadışıdır. İnbisât, kalbin nefes-i Rahmân’a ulaşması, lezzet de bu vuslat içinde varlığı bir tadışıdır. Bunun içindir ki insan, kendi kendine bırakılıverdiği zaman pek ziyâde içine kapanır, darlanır ve acı duyar da, kendisini her şey zanneden o azgın insan, o anda Hak’dan azıcık bir imdâd almak için kıvrıldıkça kıvrılır. Hasılı hayat, gerek dışta gerekse içte Hak ile böyle sürekli bir alış-veriş içindedir. İnkıbaz hâlinin uzun sürmesi bir hastalık demek olduğu gibi inbisâtın sürüp gitmesi de bir hastalıktır. İnkıbâz-ı küllî de ölümdür, inbisât-ı küllî de. Biri boğar biri çatlatır. Sağlıklı hayat, kalbdeki inkıbaz ve inbisâtın nöbetleşe olarak sürüp gitmesinde; kâh elem, kâh haz şeklinde durmadan değişmesindedir.”1

Yûnus Emre de bir şiirinde insan gönlünün bu durumuna şöyle işâret eder:


Hak bir gönül verdi bana ha demeden hayran olur
Bir dem gelir şâdî2 olur bir dem gelir giryân3 olur


Bir dem çıkar arş üzere, bir dem iner tahte’s-serâ4
Bir dem sanasın katredir, bir dem taşar umman olur


Bir dem gelir İsâ gibi ölmüşleri diri kılar
Bir dem girer kibr evine Fir’avn ile Hâmân olur


Bir dem döner Cebrâile, rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelir gümrâh5 olur, miskin Yunus hayran olur

Hayat yolculuğu iniş ve çıkışlarla doludur. Sevinçler ve üzüntüler birbirini takip eder. Herkesin sevinci ve üzüntüsü de kendi hâlincedir. Dünya ehlinin sevinç ve üzüntüleri, hiç şüphesiz ukbâ (ahiret) ehlinin sürûr ve hüznü ile aynı değildir. Allah ehlinin durumu ise bunların hiçbirine benzemez. Hulâsa Hak yolunda hangi seviyede bulunulursa bulunulsun, bu kabz ve bast halleri bir şekilde insan gönlüne misafir olurlar. Bu durum, Rabbânî terbiyenin olmazsa olmaz bir tecellisidir. Peygamberlerin, velilerin, sâlihlerin, mü’minlerin ve hatta her insanın hayat serüveni dikkatle incelenecek olursa, onların her birinin bu hakikatin tecellî eden birer aynaları olduğu açıkça görülecektir. Son devrin büyüklerinden Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Topbaş Efendi -kuddise sirruh- anlatır: “Bir zaman kendimde şiddetli bir kabz hâli hissettim. Bu hâl biraz uzun sürünce de hâlimi muhterem Üstâdım Mahmûd Sâmi -kuddise sirruh- Hazretlerine arzetmeye ve duâlârını istemeye karar verdim. Buyurdurlar ki: «– Evlâdım, biz de Cenâb-ı Hakk’ın âciz bir kuluyuz. Cenâb-ı Hakk’a istiğfar et. Sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretlerinin rûhâniyetine sığın ve şu duâya devam et: (Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin tıbbu’l-kulûbi ve devâihâ ve âfiyeti’l-ebdâni ve şifâihâ ve nûri’l-ebsâri ve dıyâihâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.) Cenâb-ı Hakk’ın nusreti, sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin ruhâniyeti ve muhterem Üstadımızın dua ve himmeti ile o sıkıntılı hâl kısa bir zamanda kaybolmuş ve yerine bast hâli teessüs etmişti.”6 Rabbimizin kulları üzerinde cemâl ve celâl tecellîlerinin yansıması diyebileceğimiz bu kabz ve bast hâllerine takılıp kalmadan; “Bu da geçer yâ hû” diyerek onların yaratıcısına nazar edebilmek, esasen âriflik nişânıdır. Hiçbir hâl bâki değildir. Sevinç de fânîdir, hüzün de. Öyleyse her hâl içinde o hâlin gerektirdiği edebi gözetmek gerekir. Not: Bu iki hâlin edepleri hakkında âriflerin ince tespitlerini gelecek yazımızda ele alacağız.

Dipnotlar: 1) Bk. Hak Dini Kur’an Dili -kısmen sadeleştirilerek-. II. 927-928. 2) Şâdî: Sevinçli olan. 3) Giryân:Ağlayan. 4) Tahte’s-serâ: Yerin altı. 5) Gümrâh:Yoldan çıkmış, sapıtmış. 6) Bkz. Sâdık Dânâ, Sultânu’l-arifîn Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, Erkam Yayınları, İstanbul-1991, sh. 39-40).