Adem Ergül

Ümmetin Meseleleri Üzerine

Altınoluk Dergisi, Sayı : 366 – Ağustos 2016

İnsan olarak bir takım savunma mekanizmalarımız vardır. Bu mekanizmalar, kimi zaman bedenimizi korumak, kimi zaman da itibar ve şahsiyetimizi saldırılara karşı muhafaza etmek için çalıştırılır. Bu özelliğimiz, yaratılışın başlangıcından itibaren her birimize yüklenmiştir. İnsan, hususiyle kendi kendini rahatlatmak ve psikolojik anlamda kendini kendine karşı ve çoğu zaman da başkalarına karşı korumak için zaman zaman yalana ya da bir takım geçersiz mazeretlere sığınır. Yani kendini aldatır. İşte, fert ya da toplumların kendilerini aldatmadan gerçeklerle yüzleşmesi için yapması gereken en önemli vazife, muhasebe-i nefs yapabilmektir.

Kendi üzerine yoğunlaşan, zayıf noktalarının farkında olan, zaaflarını ve güçlü yönlerini bilen kişi ya da toplumlar, hayatlarını sıhhatli bir şekilde sürdürebilirler. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Sizler kendinizi düzeltmeye bakın, siz doğru gittikten sonra sapanlar size bir ziyan dokunduramaz.” (Mâide Sûresi, 105)

Özellikle eksiklerin, ayıpların ve kusurların öncelikle iç bünyede araştırılması tavsiye edilmiştir. İnsan çoğu zaman hatayı ve kusuru kendisinde değil de başkalarında ya da çevre şartlarında arar. Günaha düşen bile kendi zaafını itiraf yerine, o günahı işlemeye vesile olan muhatapları ya da şartları suçlar. Bütün bunlar, insanın kendini kandırmasından başka bir şey değildir. Kur’ân-ı Kerim’de Kıyamet gününde şeytanla günahkârlar arasında şöyle bir konuşmanın geçeceği anlatılır:

“İnsanların hepsi Allah’ın huzuruna çıkacak ve güçsüzler büyüklük taslayanlara diyecek ki: «Şüphesiz bizler size uymuştuk; şimdi siz az bir şey olsun, Allah’ın azabından bizi koruyabilecek misiniz?» Onlar da, «Eğer Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de sizi doğru yola eriştirirdik. Şimdi sızlansak da, sabretsek de bizim için birdir. Artık bizim için hiçbir kurtuluş yoktur» derler.

İş bitirilince şeytan da diyecek ki: «Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zalimlere elem dolu bir azap vardır.” (İbrâhim Sûresi, 21-22)

Buradan anlaşılıyor ki Allah’a kulluk iradesinde zaaf bulunmayan bir kimseye şeytanın bile yapabileceği bir aldatma söz konusu değildir.

Kişi kendi kendini aldatma durumundan ancak öz nefsiyle samimi bir şekilde yüzleşmesi diğer bir ifadeyle kendini hesaba çekmesiyle kurtulabilir. Zira insanın içinde Rabbimizin koyduğu bir vicdan terazisi vardır. Kendini rahatlatma adına sayısız mazeretler ileri sürse de içten içe yine de tatmin olamaz. Bu sırra âyet-i kerimede şöyle dikkat çekilir:

“İnsan birtakım mazeretler ileri sürse bile, o kendisini görür.” (Kıyâme Sûresi, 14-15)

Bu itibarla muhasebesini ciddi yapan fert ve toplumlar, kendini sürekli tamamlayan, geliştiren ve büyüten bir yapı arzederler. Nasıl bedenî hastalıkların zamanında teşhisi için zaman zaman check-up yapılması önemli ise, aynı şekilde manevî dünyamız ve kulluğumuz adına muhasebe-i nefs de son derece lüzumludur.

Muhasebeye konu olacak alanlar itibariyle fert planında şu konular gündeme alınabilir:

– Hayat anlayışım yaratılış maksadıma uygun bir çizgide mi devam ediyor?

– İbadet hayatımda, muamelelerimde ve ahlâkımda Hakk’ın muradı ve rızası ile ne kadar bir uyum içindeyim?

– Bana lütfedilen nimetleri, imkân ve fırsatları yerinde ve zamanında en güzel bir şekilde değerlendirebiliyor muyum?

– İçinde bulunduğum zaman ve mekân itibariyle üzerime düşen vazife ve sorumluluklarım nelerdir?

– Anne-baba, yakın akraba, yetimler, fakirler, mahzun ve mazlum yürekler, ümmet ve insanlık adına yapabileceğim hizmetler nelerdir ve ben bu noktada nerede duruyorum? Durmam gereken yer ve konum tam da şu an içinde bulunduğum durum mudur?

– ..

Bu soruları böyle daha da çoğaltmak mümkündür. Esasen nefs muhasebesinde doğru sorular ortaya konulabilirse, nice nice güzel ve bereketli ufuklar açılacak ve ulvî niyetler ve azimler oluşacaktır. Dolayısıyla muhasebe sadece geçmişe yönelik bir tamir ve tasfiye değil, geleceğe yönelik de bir hamle ve inşa hareketidir.

Ümmet, millet ve devlet olarak da ve belki küçük küçük cemaat ve gruplar olarak da muhasebe yapmak bir zarurettir. Meselâ bugün İslâm ümmeti olarak ciddi bir muhasebeye ihtiyacımız vardır.

– İslâm ümmeti olarak bulunmamız gereken konum tam da bugünkü yerimiz midir?

– Aziz ümmet olmak varken neden büyük bir zillet yaşıyoruz?

– Yeterli âlimimiz ve ârifimiz var mı? Yoksa, yetişmesi adına ne tür projeler yapıyoruz?

– Dirayetli liderler çıkarabiliyor muyuz?

– İlim, sanat ve sanayide seviyemiz nedir? Devletler muvazenesinde yerimiz neresidir?

– Ümmet olarak muhabbet, merhamet ve adalet tevzi edebiliyor muyuz? Yoksa kin, nefret, düşmanlık, zulüm, hıyanet ve anarşi mi üretiyoruz?

– Hastalıklarımızın çözümü için çareler üzerinde ne kadar çalışabiliyoruz?

– ..

Elbette daha nice sorular sorabiliriz. Evet, muhasebe hem soru sormak, hem de cevap verebilmektir. En önemlisi de cevabı hayat haline getirebilmektir. Doğru soruyu doğru zamanda sormak ve nefsin fısıltılarına kanmadan samimi ve içten cevaplar vererek yola devam etmek, bizleri menzil-i maksudumuza selametle eriştirecektir. Bu itibarla Hakk’ın huzurunda alnı ak ve yüzü pak olmak için şu âlemde yapmamız gereken en önemli vazifelerimizden biri hiç şüphesiz muhasebe-i nefstir.