Adem Ergül

Bâtıla Hak Libası Giydirmek

Altınoluk Dergisi, 2014 – Mayıs, Sayı: 339, Sayfa: 006

İnsan, vicdan sahibi bir varlık olarak yaratılmıştır. Körelmemiş bir vicdan, özümüze yerleştirilen bir hakikat terazisidir. İnsanlar fetva verse de, gönle huzursuzluk veren her şeyden kaçınma tavsiyesi, bir peygamber tavsiyedir. Ne var ki insan, öyle zaman olur ki, yaptığı yanlışın vicdanına verdiği huzursuzluktan kurtulma adına, kendini kandırma, içindeki hakikatin sesini boğma girişiminde bulunur. Batıla hak libası giydirmeye çalışır. Bir başka ifadeyle, yaptığını meşrulaştırma operasyonuna soyunur. İnsanın kendini savunma psikolojisi fıtratında mevcuttur. Kendi yanlışını itiraf edip yanlıştan dönmek bir fazilet ise de böyle erdemli bir davranış sergileyebilmek, herkesin kolayca başarabileceği bir iş değildir. Aslında böyle bir davranış, kişilik asâletidir. Belki istiğfar ve tövbe, bu anlamda iç bütünlüğü ve samimiyeti gerçekleştirdiğinden, değeri çok büyüktür. Bunun yerine, yanlışını doğru gibi savunma ve kendini haklı çıkarma adına hakikati ve temel değerleri kendince yorumlama girişimi, nefsin oyununa gelmek ve kendini aldatmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu çeşit hareketler, ilâhî azabı ve gazabı celbeden tavır ve davranışlar olarak takdim edilmiştir. Kendini ilâhî âyetlere göre düzelteceği ve değiştireceği yerde, âyetleri kendi arzuları istikametinde anlamlandırmaya çalışanlar, Kitabı tahrife yeltenen küstahlar olarak yâdedilmişlerdir. Kendini haklı çıkarma adına, yanlışı güzel görme ve gösterme hastalığı, esasen şeytânî bir tavırdır. Nitekim şeytan, Âdem Ğaleyhisselâm-’a secde etmeme gerekçesini kendince izah etmekte ve “Ben ondan daha üstünüm. Zira ben ateşten, o ise topraktan yaratıldı” tezini ileri sürmektedir. Hâlbuki içindeki haset ateşinin dumanı sebebiyle âdeta başı dönmekte, secde emrini verene karşı isyan etme küstahlığını görmemektedir. Yusuf Ğaleyhisselâm-’ın kardeşleri de Yûsuf’u öldürme planı kurarken, bir taraftan da kendilerini haklı gösterme gerekçelerini sıralamakta idiler:

“Kardeşleri dediler ki: “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz hâlde, Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Doğrusu babamız açık bir yanılgı içindedir. Yûsuf›u öldürün veya onu bir yere atın ki babanız sadece size yönelsin. Ondan sonra (tövbe edip) sâlih kimseler olursunuz.È (Yûsuf Sûresi, 8-9)

Dikkat edilirse, öldürmenin bir suç olduğunu biliyorlar ve fakat bu suçu işleme bahanesi olarak, hatanın babalarında olduğu gerekçesine sarılıyorlar. Tövbe ettikten sonra da yine aklanıp paklanacakları zannıyla da yüreklerini ikna etme çabasına soyunuyorlar. İşte şeytanın insanı kandırma yollarından biri budur. Yani insana yaptığını süsleyerek güzel göstermek. Şeytan insanoğluna yönelik bu hilesini daha başlangıçta şöyle ilan etmişti:

“İblis, ÇRabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel, süslü göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağımÈ dedi.” (Hicr Sûresi, 39-40)

Yaptığını meşru gösterme çabası, genellikle ya nifaktan (iki yüzlülükten) ya da kalbî marazdan (hastalıktan) kaynaklanır. Menfaati gereği Yahudi ve Hırıstiyanlara şirin görünmek ve hatta onlara dostluk gösterisinde bulunmak gerektiğine inananalar hakkında Rabbimiz şöyle buyurur:

“İşte kalplerinde bir hastalık bulunanların, “Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz” diyerek onların (Yahudi ve Hristiyanların) arasında koşup durduklarını görürsün. Ama Allah,  yakın bir fetih veya katından bir emir getirir ve onlar içlerinde gizledikleri şeye pişman olurlar.” (Mâide Sûresi, 52)

Demek ki, ilâhî uyarılara rağmen “Ne olur ne olmaz gerekçesiyle” Rabbimizin çizdiği hudutlara riâyet etmemek, hastalıklı bünyenin, omurgasız bir duruşun meşrulaştırma sığınağıdır.  Şeytan ve nefis ikilisi, mümin insanı kandırmaya yönelik operasyon düzenlerken, genelde hep sağdan yaklaşır. Hayatın birçok alanında bu nevi meşrulaştırmalar görülür. Meselâ paraya zaafı olan kimse der ki: “Bugün Müslüman zengin olacak. İslâm’ın ve Müslümanın izzeti ancak böyle korunur. Evet, faiz haramdır; ama sermayesi olmayan bir kimse için faizli kredi almadan da zenginlik nasıl mümkün olabilir ki? İslam düşmanları karşısında bugün buna mecbursun kardeşim. Düşmanın sılahıyla silahlanacaksın. Öyleyse bu niyetle faize bulaşmanın bir mahzuru olmaması gerekir.” Rüşvete meyilli kimse der ki: “Yahu dünyanın şu hâline bakınca sen bir meleksin. Evet, günahların var; fakat kimin günahı yok ki! Herkes çuvalla götürüyor. Adam sana hediye veriyor. Bu rüşvet sayılmaz ki! Hem bu senin hakkın. Âlemin en dürüstü sen misin? Zaten hakettiğim karşılığı vermiyorlar. Belki bunu almakla başımdakileri de sorumluluktan kurtarıyorum.” Baş olma sevdasına kapılmış kimse der ki: “Bak aslanım. Sen başa geçersen, birçok hayırlara vesile olursun. Adamlar basiretsiz, tembel, dar görüşlü. Evet, iftira günah deniliyor ama, yapacağın hayırlar ve vesile olacağın ilerlemeler yanında bunun lafı mı olur. Zaten şimdiki yönetim de bir takım ayak oyunları neticesinde bu makama gelmedi mi? Hedefe ulaştıktan sonra bir yolunu bulur onlarında gönlünü alır helalleşirsin olur biter.” Yine gözünü iktidar hırsı bürümüş kimse der ki: “Arkadaş! İktidar olmadan değerlerini hâkim kılamazsın. Öyleyse iktidar oluncaya kadar bulunduğun ortama ayak uyduracaksın. Kendini gizleyeceksin. Her şeyinle onlar gibi davranacaksın. Namazını sonra kaza edersin, içki içmek durumunda kalırsan, sonra tevbe edersin. Senin niyetin temiz. Ameller niyetlere göredir, denilmiyor mu? Öyleyse hedefe varıncaya kadar senin için de her yol meşrudur.” İbadetlerini ve evrâdını aksatan hizmet insanı der ki: “Yahu kardeşim, sen isar yapıyor, başkalarına hizmeti kendi nefsine tercih ediyorsun. Gece gündüz demeden koşturuyorsun. Sabah namazına kalkamamışsın, gece virdini kaçırmışsın, elbette bu kadar olur. Her şeyi yapabilsek güzel ama, ne yapalım Rabbim bizi de böyle kabul eder inşallah!” Mesâisine dikkat etmeyen memur ya da işçi der ki: “Zaten ben fazla çalışıyorum. Bana verilen ücret de emeğimin karşılığı değil. Hem bu işyerinde benim gibi kaç kişi fazla mesai yapıyor ki!” İşte bu ve benzeri bakış açıları, tam da nefsin oyununa gelmek ve bâtıla hak kılıfı giydirmek demektir. Vicdan aynasına insafla bakılabilse, yapılanların yanlış olduğu âyan beyan ortaya çıkacaktır. Fakat oraya bakma cesaretini herkes gösteremez. Neticede de bile bile kendini aldatan ve zamanla kendi yalanına inanan ve hatta onu hakikat zanneden bir kişilik yapısı ortaya çıkar. Böyleleri etkin bir konumda iseler, yalanlarına sadece kendini kandırmakla yetinmez, daha nice toplulukları da kendi bâtıllarına hakikat diye inandırırılar. Bunlar kuzu postuna bürünmüş kurtlardır.