Adem Ergül

Hayata ve Hâdiselere Müslümanca Bakış Ölçülerimiz

Altınoluk Dergisi, Sayı : 368 – Ekim 2016

İslâm’ın kendisi için bir hayat düsturu olduğuna iman etmiş bir Müslüman olarak varlığa, hayata ve hâdiselere bakış açımızı, diğer bir ifadeyle inanç umdelerimizi, amel ve davranışlarımızı, öncelikle Kur’an ve sünnette beyan edilen esasların belirlemesi tabiidir. Bu esaslar içinde inançlarımızı ve bakış açılarımızı belirleyen alana İslâm akidesi/akâidi adını veririz. Tarih boyunca bu esasların kabulünde ve anlama usulünde muhtelif sebeplerle farklılıklar ortaya çıkmış, fırka ve mezheplerin teşekkülünde bu farklı yaklaşımlar etkili olmuştur. İlmî bir ehliyet temelinde, sahih bir niyet ve doğru bir usulle şekillenen anlayışlar Hak mezhepleri oluştururken, siyâsî, nefsânî ya da eksik/yanlış bir bilgi temeli üzerine bina edilen iyi ya da kötü niyetli oluşumlar da, bâtıl ve sapık mezhep, tarikat ve fırkaları ortaya çıkarmıştır. İslâm ümmetinin dünden bugüne yaşadığı acıların, dağınıklığın, fitne ve fücurun temellerinde büyük oranda bu savruluşlar vardır. Biz burada bunların tahliline girecek değiliz. Bunun yerine Asr-ı saâdetten bugüne, ümmetin kahir ekseriyetinin (sevâd-ı a’zam) kabulüne mazhar olmuş “Ehl-i sünnet çizgisi”nin bakış açısına göre bazı esaslarımızı yeniden hatırlamak/hatırlatmak istiyoruz. Zira kaygan bir zemin üzerinde yürüyoruz. Ayaklarımızın ve gönlümüzün hak üzere sebatı için, Rabbânî ve nebevî pınarlardan akıp gelmiş ölçülere ihtiyacımız açıktır.

Bugün yaşanan bu keşmekeşin temelinde, büyük oranda dini doğru anlama ve hayata aktarabilme usulünün kayboluşu yatmaktadır. Neye nasıl inanacağımızı gösteren “Usûliddin/Akaid” ilminin gereği gibi bilinmeyişi ve neyi nasıl anlayıp hayata geçireceğimizi bize öğreten “Usûl-i fıkıh” yani dini metinleri anlama metodolojine riâyet edilmemesi bir kaos oluşturmaktadır. Belki İslâm ümmetinin öncüleri olan âlimlerimizin bugün için en önemli vazifelerinden biri, bu iki alanda yeniden dirilmek ve derinleşmek ve ümmetin önüne yürünebilecek bir yol haritası koymaktır. Zira her çağın insanına anlayacağı bir dil ve üslupla, -içinde yaşadığı hayatın şartları içerisinde- ilâhî hakikatleri nasıl hayata geçirebilecekleri anlatılabilmelidir.

Biz bu yazıda, -dergimizin sayfaları ölçeğinde- İslâm âlim­lerimizin tespitlerinden yola çıkarak, varlık ve hâdiselere Müslümanca bir bakış çerçevesi sunmaya çalışacağız. Hem olması gerekene ve hem de olmaması gerekene kısa kısa dikkat çekmiş olacağız. Elbette her konuya yer veremeyeceğiz. Günümüz için önemli gördüğümüz belli başlı meselelerle kendimizi sınırlamış olacağız. Sizlerden gelecek tekliflerle zaman içinde yeni v da söz konusu olabilecektir.

Rabbimizden niyazımız bizi en doğruya hidâyet etmesidir.

Yaratılış Maksadımız

Yaratılışımız, yeryüzünde kan dökmek ve fesat çıkarmak için değil, Hakk’ın muradına uygun bir şekilde, hayatın her alanını en güzel şekilde imar etmek ve yalnız Allah’a kul olmak içindir. Hayat ve ölümümüzün var oluş hikmeti, en güzel amel ve davranışları ortaya koyabilme sınavında başarılı olmaktır. İlim ve irfanda daima derinleşerek ve gelişerek, öncelikle yüce Rabbimizi doğru tanımak (ma’rifetullâh) ve sonra da tüm varlıkla ilişkimizi ilim, irfan ve adâlet üzere gerçekleştirebilmektir. Nihâyette ise kalb-i selime erişmiş bir Müslüman olarak, yüz akıyla Rabbimizin huzuruna varabilmektir.

Rabbimiz Allah’tır

“Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidi, Rabbize yönelik imanımızın merkezini teşkil eder. “Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak hiçbir ilah yoktur” demektir. Allah’ın dışında canlı-cansız, görülen-görülmeyen hiçbir varlık, hiçbir şekilde ilah olamaz ve kendisine kulluğun hiçbir çeşidi sunulamaz. En büyük günahların başında, Allah’a ortak koşmak anlamına gelen “şirk” vardır ve şirk koşarak Allah’a kavuşanlar asla affedilmeyecektir.

Allah’ın zâtı/mahiyeti tam olarak idrak edilemez. O ancak kendisini Kur’an’da ve Resüllerinin dilinde vasfettiği özellikleri ile tanınabilir. Esmâü’l-hüsnâ (Allah’ın en güzel isimleri) O’nu bize tanıtan en mühim bilgi çerçevesidir. Bu çerçevenin içinde derinleşmenin ve bu bilgiyi ilme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakîn derecesinde hissetmenin adı marifetullahtır ki kalbî kıvam seviyesi ile doğru orantılıdır. Bunun ötesinde Allah’ın bazı kullarının gönüllerine daha hususî ikramları da elbette söz konusu olabilecektir. Ancak bu hâller, kul ile Allah arasında kişiye mahsus hissiyatlardır ki, bir başkasını bağlamayacağından paylaşılması gerekmez. Vahdet-i vücûd gibi bazı hâller bu duruma misal olarak verilebilir.

Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığın içine hulûl etmesi (girmesi) söz konusu olmadığı gibi hiçbir varlık da (peygamberler, melekler, veliler vb) seviyesi ne olursa olsun ilahlaşamaz. Kul kuldur, Rab de Rab’dir. Nicelerinin ayaklarının kayma noktaları buralardır. Âlimlerini ve azizlerini Rableştirenler, Allah’a ortak koşmuşlardır.

Haram ve helali belirleme yetkisi yalnız Allah’ındır. Hayat nizamımızın ölçülerini ancak O belirler. Bu itibarla âlimler ancak var olan ilâhî hükmü beyan eden ve ictihadları ile zann-ı galiplerine göre keşfeden kimselerdir. İctihadlarında (araştırma neticesinde vardıkları sonuçlarda) hata edebilirler. Hatasızlık ve kusursuzluk ancak Allah’a aittir. Bu sebeple de mutlak teslimiyet yalnız Allah’adır. Allah’a isyan olan yerde mahlûka itaat söz konusu olamaz.

İdrak ötesi alanlara dair gaybî bilgilerin tamamını ancak Allah bilir. Peygamberler dâhil hiçbir varlık, gaybın tamamını bilemez. Ancak Allah, bazı kullarına dilediği ölçüde gaybî bilgilerden nasip verebilir.

Allah Teâlâ bütün varlığa öz benliklerinden daha yakındır. Bu anlamda Allah’a dua etmek, kulluğunu O’na arzetmek ve O’ndan yardım dilemek için hiçbir aracıya ihtiyaç yoktur. Ancak kulluğu öğrenmek, daha güzel yapmak, bizim için de dua ve istiğfarda bulunmalarını istemek için peygamberlere, âlimlere, âriflere ve salihlere müracaat edilebilir. Bu durum, Allah ile kul arasına girmek değil, Hakk’ın razı olacağı bir kul olma yolunda iyilik ve takvâda yardımlaşmaktır.

Mümin bir insanda en şiddetli sevgi, Allah sevgisi olmak durumundadır. Hiçbir sevgi O’nun önüne geçmemelidir. Bütün sevgiler bu merkez sevgiye göre tanzim edilebilmelidir.

Kılavuzumuz ve Örneğimiz Resûlullah’tır

Muhammed Mustafa –sallallahu aleyhi ve sellem-, Rabbimizin bütün âlemlere rahmet olarak ihsan ve ikram ettiği son peygamberidir. Allah’ın izniyle insanlığı karanlıklardan nura çıkarmak için gönderilmiş, ışık saçan bir kandildir. Allah’a ve ahirete iman eden ve Allah’ı çok zikredenler için üsve-i hasene (en güzel bir örnek)dir. Allah’ın âyetlerini okumak ve öncelikle şahsında hayata geçirmek, helâli-haramı, ilahî hudutları ve hikmeti öğretmek ve insanları her çeşit kötülükten arıtarak, onları bütün güzelliklerle geliştirmek onun en temel vazifesidir.

O da bir beşerdir ve fakat sıradan bir beşer değil, Allah’tan vahiy alan bir beşerdir. Sözleri ve fiilleri vahiyle terbiye edilmiş, gerekli hallerde düzeltilmiş ve korunmuştur. Bu yönüyle masumiyet ve mahfûziyet kazanmıştır. Bu itibarla da O’na itaat, Allah’a itaattir. Rabbimiz böyle buyurmuştur. O’nun verdiği hüküm karşısında müminlerin tercih hakkı söz konusu değildir. İçlerinde bir sıkıntı duymadan ona tam bir teslimiyet gösterilmesi, Hakk’ın bir muradıdır.

Bize Kur’an yeter diyerek Allah Resûlünü devre dışı bırakan hiçbir fert ve toplumun tam Müslüman olması ve İslâm medeniyetini tesis etmesi asla mümkün değildir. O’nun mübarek sözleri, fiilleri, ahlâkı, hâl ve davranışları, kıyâmete kadar gelecek müminler için bir ölçü ve ışıktır. Dikkat edilecek taraf, bize kadar ulaşan bu bilgilerin haber değeridir. Asırlar boyunca nice âlimimiz de bu alanda çok kıymetli kitaplar ortaya koymuştur. Sünnet ve hadis diye isimlendirdiğimiz bu haberlerin Ona nispeti sıhhatli olduktan sonra mümine düşen vazife, onu hayata geçirerek onunla daha diri bir hayat bulmaktır.

En güzel Müslümanlık, O’nun şahsında tezâhür ve tecelli etmiştir. Bu itibarla Müslümanlık ölçümüz odur. Bu konuda hiçbir kimse O’nun önüne geçme hakkına da haddine sahip değildir. Manevî terakki ve tekâmül, o kıvama yakınlık derecesinde değer ve anlam kazanır.

Habibullah olan Efendimizin hem zahirî hem de batınî sünnetlerine tebaiyyetin, bizi Hakk’ın sevgisine eriştireceğine inanırız. İbâdet, muamelât, ahlâk ve ilişkilere dair zahirî sünnetlerini ilim ve amel yoluyla, muhabbetullah, haşyetullah, huşû, ihlâs ve tevazu gibi kalbî sünnetlerini de muhabbet tarikiyle tahsil edebileceğimizi kabul ederiz. Yaratılmışlar içinde muhabbet besleyeceğimiz zirve varlık odur. Ona olan muhabbet ve tazimimiz, hiçbir zaman onu ilahlaştırma sınırına yaklaşamaz. O’na Allah’ın kulu ve resulüdür diye iman eder ve bu vasfıyla tazim ve muhabbet duyarız.

Resûlullâhı Kur’an’dan ayrı düşünmek, hem Kur’ân’ı hem de O’nu tanımamaktır. Zira o, Kur’an-ı Kerim’in hem tebliğ edeni, hem açıklayanı, hem ilk yaşayanı ve hem de Kur’an ahlâkıyla bütünleşenidir. O’nu doğru tanımadan, gereği gibi dinlemeden ve O’nun hayatını ilim, irfan ve kalp gözüyle öğrenip müşahede etmeden, Allah’ın razı olacağı son din olan İslâm’ı anlamak, yaşamak ve medeniyet olarak ete kemiğe büründürmek boş bir hayaldir. Bu itibarla O’nun sünnetini itibarsızlaştıran ya da görmezden gelen kimselerin yolu, hiçbir zaman sırat-ı müstakime çıkmaz.

İnancımıza göre kıyamet gününde şefaat de Hak’tır. Mü’minler, o rahmet peygamberinin rahmet oluşunu kıyâmette de –Allah’ın izniyle- görecek ve hissedeceklerdir. Bu konuda bilmemiz gereken ilâhî hakikat şudur: Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin şefaati söz konusu olamayacaktır.

Ehl-i sünnet âlimlerimizin beyanına göre Allah Resûlünün hayatında kendisiyle tevessül etmek caiz olduğu gibi vefatından sonra da aynı şekilde tevessül etmek caizdir. Yani O’nu vesile edinerek Allah’a dua etmek şirk ya da bid’at değildir.

Hayat Kitabımız
ve Düsturumuz
Kur’ân-ı Kerim’dir

Kur’ân-ı Kerim, Rabbimizin tüm insanlığa gönderdiği hidâyet, rahmet ve bereket dolu kelâm-ı ilâhisidir. Tahrif edilmeden bize kadar gelmiş ve kıyamete kadar da korunması vaadedilmiş ilâhî hakikatler mecmuasıdır. Bütün yaratılmışlar bira araya gelse de benzerini asla meydana getiremeyecekleri mücize bir kitaptır.

O, bazılarının iddia ettiği gibi tarihin belli bir dönemini aydınlatmış ve fakat ihtiva ettiği hükümler itibariyle günümüze ve geleceğe hitap etmeyen tarihsel bir kitap değildir. Hükümleri kıyamete kadar bakidir.

O’nun bazı hükümleri herkesin kolayla anlayacağı şekildedir yani Kur’ânî ifadeyle muhkemdir. Bazıları ise birden fazla manaya delalet etmesi itibariyle, ilk nazarda kolayca anlaşılamayan, ilimde derinleşmiş kimselerin ise bir şekilde kavrayabileceği ya da belli seviyede izah edebileceği müteşâbih âyetlerdir. Özellikle kalplerinde hastalık bulunan ve Allah’ın âyetlerini kendi arzuları istikametinde yorumlamak isteyenler, daha çok bu ikinci gruptaki âyetlere yönelirler. Bu itibarla günümüzde “Kur’an Müslümanlığı” ya da “Meâlcilik” diyerek yola çıkarak, Resûlullâh başta olmak üzere selef-i salihini ve gerçek âlimlerimizi devre dışı bırakma teşebbüsleri, bir taraftan şeytânî ve nefsânî bir aldanışın neticesi iken, diğer taraftan da İslâm’ı ve Müslümanları parçalama projelerinin sinsi bir planıdır. Böyle bir girişimin sonucu, nefsin hevâsının putlaştırılması ile sonuçlanacak ve İslâm adına ciddi bir kafa karışıklığı ve gönül bulanıklığı oluşturacaktır.

Şu hususu hiçbir zaman unutmamalıdır ki Kur’ân-ı Kerim, kendisine tam iman edenlere ve usûlünce istifa etmek isteyenlere şifâ ve rahmet tesiri gösterirken, gerekli edep ve tazimle yaklaşmayan ve keyfine göre yorumlamak isteyen nice zalimlerin de hüsranını artıran bir kitaptır. Sadece meâl/tercüme metinleri okumak, Kur’an kültürü oluşması bakımından önemli ise de Kur’an’ı doğru anlamak ve hayatımız adına hükümler çıkarmak için yeterli değildir. Ümmetin hüsn-i zannına mazhar olmuş, ilmiyle âmil âlimlerimizin tefsirlerine müracaat etmek ve sâlih âlimlere sorup öğrenme yolunu tercih etmek, en sâlim yoldur. Bu da mümkün olmayacak ise açıklamalı meâller okunmalı ve fakat asla hüküm çıkarma cür’etine yeltenmemelidir.

Kur’ân-ı Kerim’i doğru idrak etmek için, o yolda lüzumlu olan ilimleri tahsil etmek ya da ilmiyle âmil, haşyetullahtan (Allah korkusundan) nasip almış âlim ve âriflerin ders ve sohbetlerinde bulunmak icab eder.

Kur’ân-ı Kerim’in mânâ derinlikleri gönül kıvamımıza göre açılır. Tertemiz niyetlerle ve teslim olmuş gönüllerle kendisine yaklaşanlara, nice nice pencereler açılır. Zira bu yüce Kitap, tüm insanlara hidâyet olduğu gibi dini en güzel şekilde yaşamak isteyen muttaki kimselere de tam bir hidayettir, yol gösterici bir kılavuzdur.

Kur’ân-ı Kerim’e teslim olmak ve onun rehberliğinden istifade etmek niyetiyle değil de kendi görüşlerini ona tasdik ettirmek maksadıyla tefsir ve tevile yönelmek, bir anlamda Allah’ın âyetlerini tahrif etme girişimidir ki, Allah Resûlünün ifadesiyle kişiyi inkâra kadar götüren büyük bir günahtır.

Müslüman insanın Kur’an’la ilişkisi, önce yakini bir imandır, sonra da hem metnini ve hem de manasını düzenli okumalar yoluyla ülfet oluşturmaktır, gereğiyle amel ederek onu hayat haline getirmektir. İmkânları nispetinde de onun ebedî mesajlarını Allah’ın kullarına ulaştırmaktır.

(Devam Edecek)