Adem Ergül

Hayata ve Hadiselere Müslümanca Bakış -2-

Altınoluk Dergisi, Sayı : 369 – Kasım 2016

Âlim, Ârif ve Mürşidlerimiz

Kur’an’da ‘ilm kelimesi, zannın, tutarsız sahte bilginin zıddı olup tam olarak istikrar kazanmış, eşyanın hakikatine dair doğru ve sağlam bilgiyi ifade eder. Bu anlamda Allah’tan gelen ve Allah’ın insana öğrettiği bilgi en üstün ilimdir. Hatta Kur’ân’a göre ilmin yegâne kaynağı ancak Allah’tır. İnsan, Allah’ın kendisine lütfettiği göz, kulak, gönül ve idrâk kabiliyetleri ile O’nun kevnî ve kelâmî âyetlerini (işaretlerini), doğru kavrayabildiği ölçüde ilimden nasip almış demektir. Kevnî âyetler, esasen yaratılan tüm varlıktır. Okuyup anlayabilecek olanlara, yerlerde, göklerde ve insanın kendi öz benliğinde nice nice âyetler söz konusudur.  Kelâmî âyetler ise peygamberler vasıtası ile gönderilen sözlü âyetlerdir. Kur’ân-ı Kerim bu anlamda Rabbimizin insan ve cin topluluklarına yönelik son mesajıdır. İşte âlim dediğimiz kimseler, bu bilgilerden nasipleri ölçüsünde âlimdirler. Bu bilgi, ön yargılardan arınmış tertemiz fıtratla buluşunca, kişide Allah’a karşı marifet, muhabbet, hayret, tazim, takvâ ve haşyet (korku ve ürperti) oluşturur. İlimden ve âlim olmaktan gaye, öncelikle Hakk’ın rızasını tahsil, Hak ve hakikate dair gerçek bilgiye erişme, sonra da bu ilmî zemine uygun bir şekilde yeryüzünün Allah’ın razı olacağı bir şekilde ve muhtevada imarı, halkın da hem dünyalarının ve hem de âhiretlerinin saadetine vesile olabilmektir.

İlmi bu anlamda öncelikle kendisine faydalı olan kimseler, hem Hak katında hem de halk nezdinde şerefli ve saygın kimselerdir. İlmiyle âmil bu nasipli kullar, ihlaslı bir şekilde bir de emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğe engel olma) vazifelerini yerine getirip, ilimleri ile halka faydalı olabiliyorlar ise artık böyleleri “Rabbânî âlim” vasfını alırlar ki “peygamber vârisliği” kıvamı da budur. Böyleleri mesajları ve davranışları ile birleştiricidirler. İmhâ ve ifsad edici değil, inşa ve ihyâ edicidirler. Bu âlimler yaşadıkları zaman ve mekâna, nübüvvet ışığını taşıyan kandiller mesabesindedir. Tevazu, vakar, dirayet ve engin gönülleri ile toplumun hasbî müsteşarları gibidirler.

Bu âlimleri bekleyen en büyük tehlike, halkın itibarı karşısında şımarmak ve şöhret sevdalısı hâline dönüşmektir. Hatta bilerek ya da bilmeyerek ilahlaşma ve Rableşme temayüllerinin nefislerine sirayet etme ihtimalidir. Diğer taraftan sağlam bir nefs mücahedesi ile tezkiye, terbiye ve edeb noktasında yeterli bir özdenetim geliştirememişler ise zamanla nefsin hevâsının tuzağına düşebilecek ve dünyaya saplanıp istikametten ayrılma tehlikesine düçar olabileceklerdir. Bel’am b. Bâura misali tarihte böylelerinin birçok örneğine rastlanmış ve kıyamete kadar da rastlanabilecektir. Zira ilim de bir güçtür ve kontrol edilemeyen her gücün saptırıcılığı gibi ilim de bu yönüyle esbâb-ı tuğyandan sayılabilir. Bu itibarla ehl-i ilmin gündeminde muhasebe-i nefs ve mürakabe-i Hak duygusu daimî olmalıdır.

İlmi kendisine fayda vermeyen ve bilgisini daha çok makam, mevki, menfaat, gösteriş vb. maksatlarla kullanan kimseler, âlim kisvesi altında çoğu zaman nifak, fesat, fitne ve yıkım memuru gibi çalışan bir zümredir ki, hem böylelerinden hem de bilgilerinden Allah’a sığınmalıdır. Bu güruhta bulunanlar, bildikleriyle amel etmekten ziyade işi daha ziyade teorisyenliğe döker ve halkın gönlünde imanı artırmak yerine şüpheyi ve bulanıklığı artırırlar. Selef-i salihine de sevgi saygıları yoktur.

Dini meseleleri, Allah’tan korkan, ilmiyle âmil salih âlimlere sorup öğrenmelidir. İlmin hâlini ve vakarını üzerinde taşımayan kimselere ise ne kadar güzel konuşurlar ise konuşsunlar iltifat etmemelidir.

Sağlam bir itikat ve sahih bir ilim temelinde, farz ve nâfilelerle Hakk’a kurbiyyet kesbetmiş, ah­lâk-ı hamide sahibi, kendini ve Rabbini tanıyan, diğer bir ifadeyle marifetullah ilminde derinleşmiş kimselere de kültürümüzde “ârif” ismi verilmiştir. Böyleleri müminlerin gönüllerinde, tabii bir sevgi ve saygıyla yer bulmuşlardır. Kendilerini tanıyan müminlerin kahir ekseriyeti, onlar hakkında “Allah dostları” hüsn-i zannına sahiptir. Onlara bu ünvanın verilmesine sebep, kavî (yakinî) imanları ve takvâ dairesinde bir hayat sürmeleridir. Böyleleri ruhsatlardan ziyade azimetle amel etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir. Takvâları neticesinde firâset ve basiretleri açılmış, söz ve davranışlarında hak üzere hareket eden hikmet ehli hakîmler olmuşlardır. Bildikleri ile amel etmelerinin bir bereketi olarak, bilmedikleri nice hususlara dair Allah tarafından ilim ve irfan sahibi kılınmışlardır. Bu yönüyle ilm-i ledün sahibidirler.

Ârifler bu güzel hâlleriyle, halk üzerinde dönüştürücü ve tekâmül ettirici bir etkiye sahip olmuşlardır. İslâm’ın ebedî mesajlarının bilgiden hâle dönüşmesinde, diğer bir ifadeyle Müslüman şahsiyetin inşasında, bu irfân ehlinin rolü asla küçük görülemez. İşte böyle bir alt yapıya sahip ve Allah’ın kullarına hem Allah’ı sevdirmek, hem de onların kulluğunu geliştirmelerinde yar­dımcı olmak maksadıyla, irşad ve manevî terbiye hizmetine layık görülmüş ve bu uğurda kendilerini Hak yoluna adayan kimselere de mürşid diyoruz.

“Mürşidler, dînin zâhir ve bâtınını lâyıkıyla mezcederek şahsiyetlerine nakşetmiş, zühd ve tak­vâ yolunda kalben merhaleler kat ederek davranış mükem­melliği­ne ve “peygamber vârisliği” şerefine ermiş bah­ti­yar­ kullar­dır. On­lar, ne­be­vî ir­şad ve dav­ra­nış mü­kem­mel­li­ği­nin âdeta za­man­la­ra ve mekânlara yayılmış temsilci­le­ri­dir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasihatleri de, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mesâbesindedir. Yani onların tavsiye ve nasihatle­ri, Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem-’in sohbetlerinden akseden bir feyiz tecellîsidir. Bunun içindir ki, onların hâl ve tavırlarını kalbî bir rikkat ve muhabbetle seyredenler, onların âleminde nebevî ahlâkın zarif tecellîlerini müşâhede ederler.”1

Bütün bu güzellik ve derinliklerine rağmen hiçbir âlim, ârif ve mürşid, peygamber seviyesinde ve hatta ehl-i sünnet âlimlerimize göre sahabe derecesinde bile değerlendirilemez.

Ârif ve mürşidler de hatasız ve yanılmaz kabul edilemez. Mâsum değillerdir. Ancak masum değillerdir demek, mutlaka hata ve günaha düşecekler anlamına da gelmez. Rabbimizin kendisine tam bağlanan kullarına yönelik hıfz ve hidâyetinin olacağı da Kur’ân-ı Kerim’de vaadedilmiştir. Kulun terakki ve tekâmülü hangi seviyede olursa olsun, şer’î mükellefiyetler kendisinden asla kaldırılmaz. Onlar için de en büyük rütbe, kulluk rütbesidir. Son nefes endişesi hiç şüphesiz onlar için de söz konusudur. Herkes için olduğu gibi bu zümre için de en önemli vasıf istikamettir. Keşif ve kerâmet, bir ikrâm-ı ilâhî olmakla birlikte istikâmeti belirleyen yegâne ölçü değildir.

Talim ve terbiye maksatlı kendilerine öğrenci, tâlip ve mürid olanlara gerekli olan; muhabbet, saygı, itaat ve teslimiyet duyguları içinde istifade ve istifaza için kendileriyle ülfet oluşturmaktır. Ancak bilmelidir ki mutlak teslimiyet, yalnız Allah’adır. O’nun dışındaki itaat ve teslimiyet ifadeleri, Hakk’ın murâdına ve emrine muhalif olmadıkları müddetçe geçerlidir.

 


Selef-i Salihîn Büyüklerimiz

Kendileri hakkında sâlihlerden olduklarına dair hüsn-i zan sahibi olduğumuz geçmiş büyüklerimizi daima saygı, minnet ve rahmetle anarız. Bunlar arasında Allah Resûlü ile beraber olma şerefine nâil olmuş muhacir ve ensârın yani sahabe-i kiram efendilerimizin çok özel bir yeri vardır. Onların hepsi hakkında hüsn-i zan besler, âdil ve güvenilir olduklarını kabul eder ve hepsi hakkında Allah kendilerinden razı olsun anlamında “radıyallâhü anh” diye dua ederiz.

Bir insan olarak, elbette zaman zaman kendilerinden hata ve günah da sadır olmuştur. Ancak biz onların hata ve yanlışlarını kendileri ile Allah arasında bir mesele olarak görür, faziletlerine, fedakârlıklarına, kavî imanlarına, Allah ve Resûlüne olan muhabbetlerine gıpta ile bakarak, minnet duyguları içinde, izlerini en güzel bir şekilde (ihsan kalitesinde) takip etmek isteriz. Onların sözlerini kendi görüşlerimize tercih ederiz. Zira onlar öyle bir nesildir ki, Yüce Rabbimiz kendileri hakkında “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır” hükmünü tüm insanlığa ilan etmiştir. Sahabe-i kiram efendilerimizin kendi aralarında elbette fazilet cihetinden farklılıklar vardır. Biz onları değerlendirecek değiliz. Ancak şu kadarını ifade edelim ki dört büyük halife başta olmak üzere, ehl-i beyt-i resûlullahın, cennetle müjdelenenlerin, Bedir Gazvesi’ne katılanların ve Hudeybiye’de “Bey’atü’r-rıdvân”da Allah Resûlü ile bey’atleşenlerin fazilet cihetinden diğerlerinden önde oldukları da Ehl-i Sünnet âlimlerimizin önemli bir tespitidir.

Sahabe-i kiram –radıyallâhu anhüm ecmaîn- Efendilerimizden sonra onları takip eden tabiîn neslinin ve bu topluluğun peşinden gelen tebe-i tabiînin de ümmet-i Muhammed içinde hayır ve bereket yönüyle üstün olduğu, Allah Resûlünün haber vermesi ile bilinmektedir. Bu itibarla onlara karşı da bizlerin saygı ve muhabbetle bir yaklaşım sergilememiz bir İslâm edebidir. Haklarında görüş beyan ederken hakaret ve dışlayıcı bir üsluptan ziyade, ibret alıcı, af ve mağfiret dileyici bir dil kullanma nezaketini ihmal etmemelidir. Elbette Cennet gençlerinin efendisi olan Resûlullâhın ciğer pâresi Hazret-i Hüseyin ve emsâli nice müminleri şehid eden canilere rahmet okuyacak da değiliz. Fakat her konuda ve herkes hakkında kolayca hüküm vermek de büyük bir cür’ettir. Son tahlilde geçmişlerimiz hakkında bize düşen Allah’ın bize öğrettiği şu hakikat ve duadır:

“Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.” (Bakara Sûresi, 134)

“Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: «Ey Rabbimiz, bizi ve îman ile daha önden bizi geçmiş olan (dîn) kardeşlerimizi bağışla! İman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kîn bırakma. Ey Rabbimiz, şüphesiz ki Sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin». (Haşr Sûresi, 10)

Günümüzde şahit olduğumuz bir diğer yanlış ve hatta haddini bilmeme küstahlığı da kendi dönemlerinde ilim ve irfan adına samimi bir niyetle hizmetleri geçmiş âlim ve âriflerimizi itibarsızlaştırma ve küçük görme girişimidir. Bozuk bir zihniyetin ve bulanık bir gönül yapısının dışa vurumu diyebileceğimiz saygısız bir üslupla, mezhep imamlarımızı ve maneviyat erlerimizi, kibir ve gurur libası içinde hakaret içeren bir üslupla değerlendirmek, kelimenin tam anlamıyla edepsizlik ve nezaketsizlik örneğidir.

Her kişi ve görüş elbette değerlendirilebilir. Her görüşü kabul etmek durumunda da değiliz. Ancak katılmadığımız görüşü dile getirirken, görüş sahibine hakaret etmek ilim edebinden ve insânî nezaketten mahrumiyetin açık bir ilanıdır. Hele bir de bu çeşit hakarete maruz kalan kimse, artık kendini savunamayacak bir konumda ise yani vefat etmiş birisi ise durum çok daha büyük bir cürme dönüşür. Selef-i salihine yönelik tahkir edici üslubu kendisine huy edinmiş kimselerin âkıbetleri çoğu zaman zillet, itibarsızlık ve ümmetin rahmet duasından mahrumiyettir. Zira bu güruh, Hakk’ın gazabını üzerine çekmiş bir zümredir. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de sâlih kullarının velâyetini (koruyuculuğunu) üzerine aldığını açıkça beyan eder2. Mevlânın has kullarını üzen ve inciten kimseleri, Mevlâ da üzer. Hatta kudsî bir hadiste ifade edildiği üzere bu gibi kimselere karşı harp ilan eder. Bu itibarla denilebilir ki haksız yere bu nevi sataşmaları âdet hâline getirenlerin, son nefeste kötü bir âkıbete düçar oldukları tarihin şehadetiyle inkâr edilemez acı bir hakikattir.

Devam edecek…

 

Dipnotlar: 1) bkz. Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, 8; 53-61. 2) Bkz. A’râf Sûresi, 196. 3) Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20.

 

Liderlerimiz

Âlim, ârif ve mürşidler gibi toplumu sevk ve idare eden liderlikler de son derece mühimdir. Yüce Rabbimiz kâinâtta bilinen bilinmeyen varlık kategorilerinde liderlikler yoluyla sevk ve idareyi zaruri kılmıştır. İnsan söz konusu olduğunda ise çok sayıda liderlikten bahsedilebilir. Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hakikati “Hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden sorumlusunuz” sözleriyle ifade buyurmuşlardır3. Evet, aile liderliği, iş yeri liderliği, hizmet liderliği, grup liderliği, mahalle, şehir ve devlet liderliği gibi tüm liderliklerin kendine mahsus gerekleri, esasları ve edepleri vardır.

Liderliğin oluşmasında kimi zaman yaratılıştan gelen fıtrî kabiliyet ve özellikler etkin olduğu gibi alanına göre sonradan kazanılan, bilgi, beceri ve liyakatler de belirleyici olabilmektedir.

Lider sadece emreden, raiyyesini köleleştiren ya da robotlaştıran değil, onları da işin/hizmetin içine katıp birlikte iş tutan ve hedefe yürüyendir.

Alanı ve çerçevesi ne olursa olsun tüm liderliklerin dikkat edeceği en temel mesele, mesuliyet şuurudur. Emrindekilerin hukukunu korumak ve kollamak, iktidar alanında zulmün her çeşidinden uzak durup adâleti tesis etmek, hizmetkârlığı öncelemek, ilahlaşma temayüllerinden uzak durmak, istişareyi esas almak, cömertlik, affedicilik ve merhametli olmayı tercih etmek gibi hasletlere sahip olmak, olmazsa olmaz esaslardır. Yine aynı şekilde planlı, dirayetli, disiplinli bir yapı oluşturabilmelidirler. İşleri ehline tevdi etmek de liderliğin istikameti bakımından önemlidir.

Liderler bir şekilde gücü de elinde bulunduran kimseler olması itibariyle firavunlaşma temayüllerine kapılabilirler. Yine imkân ve fırsatların çokluğu, nefislerinin hevasını köpürtebilir. Bu itibarla etraflarına, yaptıkları her işi onaylayan ve “hikmet buyurdunuz efendim” anlayışını benimseyen kimselerden ziyade, kendilerine acı da olsa Hak ve hakikati hatırlatan liyakatli kimseleri almalıdırlar. Bu durum onların hem dünyası ve hem de âhiretleri bakımından son derece önemlidir.

Lidere karşı yönetilenlerin sorumluluğu ise kendisine karşı saygı göstermek, ma’siyet ve isyanla emretmediği sürece –hoşuna gitsin ya da gitmesin- tüm taleplerinde ona itaat etmektir.